Balıklar, çocuk ve falcı kadın
Denizin sesiyle insan sesi birbirine karışmaz ama birbirine benzer. Biri içini döker, diğeri dışını gösterir. Oturduğum çay bahçesi, denizle sohbet eden sandalyelerle dolu. Masama vuran rüzgâr, suya doğru fırlatılmış bir cümle gibi… İçinde huzur var ama ucu açık.
Az ileride birileri balıklara ekmek atıyor. Her parça, suda yankılanan bir davet gibi. Koşar adım gelen küçük gövdeler… O küçük çatışmalar, paylaşımdan çok içgüdüye benziyor. Bir bakıma insanı hatırlatıyor; düşene saldırmakta mahir bir türüz biz. Yine de özeniyorum onlara. Çünkü bir amaçları var: karınlarını doyurmak. Bizimki gibi karmakarışık değil.
Yanımda bir büfe. Küçük, mütevazı, ama raflarında sabırla bekleyen şeyler var. Sanki unutulmuş duygular gibi. Bir paket bisküvi alıyorum, çaya eşlik etsin diye. O sırada sessiz bir varlık yanaşıyor. Dünya tatlısı bir çocuk. Gözleri gözümde, eli yok ama gönlü uzanıyor belli ki. Paylaşmak bazen kelimesiz olur; bisküviyi bölüyorum, sessizce uzatıyorum. Çocuğun yüzü gülümsüyor, ama sadece yüzü değil, bütün vücudu gülüyor sanki. Bisküviyle beraber bir sevinç kırıntısı da düşüyor denize. Balıklar bizimle artık. Belki de bizi sevdiler.
O neşeyi izlerken, bir kadın beliriyor yanımda. Üstü başı sade ama gözlerinde garip bir cüret var. “Falına bakayım” diyor, kendinden emin. Gülümsüyorum, “Fallık halim mi kalmış?” diyorum. İçimde bir kırıklık saklı. Kadın, dudaklarının ucuyla bir cümle atıyor: “Senin asaletin yeter yakışıklı.” Söz, bir ok gibi atıldı. Hedefini arıyor. Masaların gözleri bize çevriliyor, ama kadın hiç utanmıyor.
“Fala inanmam ben,” diyorum, sesimi yumuşatıyorum. Sanki bir sır verir gibi. “Doğruyu söylemezsem para vermezsin” diyor. Gözlerinde oyunbaz bir ısrar var. “Ben Müslüman’ım,” diyorum, “inancım yasaklıyor bunu.” Kadın sessizleşiyor bir an. Sonra başka bir yerden vurmak ister gibi, “Senden para almayacağım” diyor. Ezan okunmaya başlıyor. O an her şey susuyor. Deniz bile dalgalanmıyor sanki. “Şimdi Allah’ın huzuruna çıkma zamanı,” diyorum, “namaza gideceğim.” Kadının sesi yumuşuyor: “Bana da dua et.”
Dua, kimsenin elini itmediği bir kapı. Belki en çok da, içine günahlarını gizleyenlerin çaldığı bir kapı. Gitmeden dönüp bakıyorum kadına. Gözlerinde yılların yükü var. Kandırmaya çalıştığı ben değilim, galiba kendisi.
Aslında… baktırabilirdim falıma. Bunu daha önce yaptığım da oldu. Eğlencesine dedim, merak dedim. Ama artık yorulmuşum. Herkesin içinden kendi geleceğini uydurduğu bu hayal devşirme hikâyelerine tahammülüm kalmamış. Çünkü gerçek dua gibi değil. O saf değil, samimi değil. Çünkü onda bir yön yok, yalnızca oyalanma var.
Denize dönüyorum. Balıklar dağılmış. Çocuk gitmiş. Ama bisküvi kırıntıları suyun yüzeyinde hâlâ dans ediyor. Her bir kırıntı, bir tebessümün hatırası gibi. Dünya küçük, sahne kısa. Ama bazen bir çocuğun sevinci, bir namaz vakti ve bir red cümlesiyle bütün hikâyeni yeniden yazabiliyorsun. Ve ne gariptir ki, en çok sustuklarınla insan kalabiliyorsun.