1. YAZARLAR

  2. Ahmet Şükrü Kılıç

  3. Adalet taşının sabahı
Ahmet Şükrü Kılıç

Ahmet Şükrü Kılıç

Yazarın Tüm Yazıları >

Adalet taşının sabahı

A+A-

(Çocukluğum, sanayi sitelerini andıran, yan yana dizilmiş demirci, kalaycı, derici, nalbant ve yağcı dükkânlarının arasında geçti. Kerpiç duvarlar yalnızca gövdesini değil, havayı da, kokuyu da, sesi de taşırdı birbirine. Sanki hiç yıkılmamış, hiç kaybolmamış gibi hâlâ gözümün önünde dururlar. Her sabah uyandığımızda portakal çiçeği kokusu değil, onların emeğe bulanmış keskin kokusu sızlatırdı burnumuzun direğini. O kokunun içinde ter, ateş, demir ve sabır birbirine karışır; çocuk kalbimiz, hayatın taş gibi sert ama ekmek gibi paylaşılan yüzünü daha o zamanlarda öğrenmişti.)

 

Şehir uykusunu üzerinden silkeleyip doğrulmadan önce gökyüzü ince bir tül gibi açıldı. Doğunun en uzak ucunda beyazla mavi arasında asılı kalan ışık, meydandaki büyük taşın üzerine düştü. Yılların içinden gelen o derin çizik, sabahın ilk parıltısını içine çekmiş bir yara gibi parladı. Taş, kentin kalbi sayılırdı; çatlağı ise kalbin nabzı. Çatlak büyümüyor, küçülmüyor, yalnızca hatırlatıyordu.

 

Dârân, her sabah yaptığı gibi elinde bakır tokmağıyla meydana çıktı. Tokmağı taşın yüzüne vurmaya değil, taşın dilini dinlemeye taşıyordu. Ustalarının yanında öğrendiği eski bir alışkanlıktı bu. Taşa kulak tutmak… Taş, sabahları daha sükûnetli konuşur; akşamüstleri geçmiş günün yükünü mırıldanırdı. Dârân, çatlağın kıyısında eğildi, parmak uçlarıyla taşın serinliğini yokladı. Derinlerden gelen ince bir serinlik, teninden içeri işleyen bir sükûn gibi yükseldi.

 

“Bugün de buradasın.” Leylâ’nın sesi arkasından geldi. İnce bir şal atmıştı omzuna, okula gitmeden önce çocuklar için aldığı sıcak çörekler kâğıt torbada buhar çıkarıyordu. “Taş her sabah seni yokluyor ya da sen taşı. Hangisi hangisini çağırıyor, karar veremedim.”

 

“İkisi birbirini.” Dârân doğruldu, çatlağın çizgisine bir kez daha baktı. “Kentin dili burada. Biz konuşmasak taş susar, taş susarsa biz dilsiz kalırız.”

 

Meydanın etrafındaki dükkânlar birer birer kepenklerini kaldırmaya başladı. Fırınlardan yükselen ekmek kokusu, çarşıdaki baharatlarla karıştı. Rüzgâr, tandırın dumanı ile reyhanın ferahlığını aynı sokaktan geçirdi. İnsanlar kapı önlerinde birbirine selam veriyor; selam kelimesi, avuçtan avuca geçen bir su gibi akıyordu. Selamın gölgesi uzadıkça günün gürültüsü eksiliyordu.

 

Leylâ, kâğıt torbayı Dârân’a uzattı. “Çocuklar için aldım ama biri eksilirse yoklamaya yazmam.” Gülümsedi. “Dersin ilk cümlesi hazır bu sabah. Harflerin yürüyüşü. Elif dik durmanın, vav eğilmenin, mim sığınmanın harfi. Çocuklar harflerle yürümeyi öğrenince kelimeler adaletli olur.”

 

Dârân çöreğin ucundan bir parça kopardı. “Harflerin yürüyüşü güzelmiş. Taş da yürümüyor ama herkesi yürütüyor.” Bakışını çatlağın kıyısından kaldırmadan ekledi: “Şu çizgi bana bazen korku gibi görünür, bazen hatıra gibi. Korkuysa kırılmaya yazgı, hatıraysa hafıza.”

 

Meydanın kıyısında çalgıcı çocuklar sazlarını akort ediyordu. Tellerden dökülen ses, hâlâ uykusu üstünde gezinen güvercinlerin kanatlarına süründü; kuşlar taşın tepesinde yer değiştirdiler. Bir kadın su testisini çeşmeye dayadı, ilk damla taşın gölgesine düşerken Leylâ, Dârân’ın yüzündeki ciddiyeti seyretti. “Korkuyu nereden duydun bugün?” diye sordu.

 

“Dünden.” Dârân elini yüzünde gezdirdi. “Pazarda bir satıcının tezgâh altına fazlalık sakladığını söylediler. Kelime küçücük, gölge uzun. Görmedim. Duymak yetti.”

 

Leylâ’nın kaşları belli belirsiz çatıldı. “Duymak bazen görmektir, bazen zan. Çocuklar bugün ‘şüphe’ kelimesini sorarlarsa nasıl anlatacağım? ‘Şüphe gözün buğusudur’ desem hafif kalır. ‘Şüphe adaletin titremesi’ desem ağır gelir.”

 

Dârân taşın çizgisine bir kez daha baktı. “Şüphe, söz açıldığında nefesin kesilmesi. Taşın karşısında susmak gibi. Oysa burada herkes konuşur, karar kelimeden doğar.”

 

Güneş yükseldikçe taşın çatlağı ağaran bir saç teli gibi inceldi, gölge kısa bir çizgiye dönüştü. Çarşının gürültüsü artmıyordu, yalnızca derinleşiyordu. Her dükkan açıldıkça bir maharet kapıya seriliyor, sabahın adımı genişliyordu. Bir demirci örsün sesini azaltıyor; bir dikişçi iğnenin ucunu tükürüğüyle inceltiyordu. İş, burada ibadet gibi bir kelimeydi; kimse telaşla başlamıyor, kimse tembelliğe sığınmıyordu.

 

Leylâ, şalını düzeltip meydana bakarak içlendi. “Çocukların kahkahası bu sabah biraz cılız gelecek gibi.” Elindeki torbaya dokundu. “Yarım somun bir çocuğu gülümsetir, bazen bir cümle yetmez.”

 

“Somun, cümleden daha hızlıdır aç karında.” Dârân gülümsedi, sonra ciddileşti. “Ama çatlak, bir cümle ister. Taşa dokunan herkesin söyleyeceği bir söz olmalı.”

 

Okulun zili uzak bir yerden çağırdı. Leylâ, vedalaşırken “Öğle vakti çocukları meydana getireceğim” dedi. “Taşa bir ders borçluyuz.”

 

Dârân yalnız kaldı. Meydan kalabalıklaştı, taş tek başına genişledi. Usta, tokmağını çıkarıp taşın yanında değil, çatlağın aksi yönünde zemine hafifçe vurdu. Ses uzun bir çınlama ile yayıldı. Bu, taşa vurmak değil, meydanın nabzını yoklamaktı. Seste ufak bir titrek ton duyar gibi oldu. İçinden bir telin incecik gerildiğini sandı. Kendi kendine “Korku mu, yoksa duyumun gölgesi mi?” diye mırıldandı.

 

Pazar yerinde bir uğultu doğdu. Uğultu kavga sesi değildi; söylenti suyu gibiydi. Bir kelime bir tezgâhtan diğerine atladı. Dârân, kulak kabartmadı, taşı bırakmadı. Söylentinin peşinden gitmek kolay, taşın önünde kalmak zordu.

 

Öğleye doğru güneş taşın yüzünü iyice ısıttı. Leylâ, on iki çocukla birlikte meydana geldi. Çocuklar taşın etrafına halkalanırken öğretmen, birini öne çıkardı. Saçlarının arasına kümelenmiş iki küçük toka, gözlerinin ferini saklayamıyordu. “Adın ne?” diye sordu Dârân.

 

“Katre.” Kız çocuktan çıkan ses damla gibiydi. “Damlanın küçüğü.”

 

Leylâ araya girdi. “Bugün kelimelerin yürüyüşünü değil, taşın dilini dinleyeceğiz. Katre, gel, elini koy.”

 

Katre, taşın çatlağına tedirgin bir parmakla dokundu. Çocukların nefesi aynı anda yükseldi, sanki her biri parmak uçlarından bir merdivene tırmanıyordu. Katre, elini çekmeden fısıldadı: “Üşüyor.”

 

Dârân gülümsedi. “Taşın serinliği sabrın ısısıdır. Soğuk gibi gelir, için ısınır.” Sonra diğer çocuklara döndü. “Şimdi herkes bir kelime söyleyecek; taşın duyduğu bir kelime olsun. Yalan olmasın, övgü olmasın, süs olmasın. İçinizden çıktığı gibi.”

 

Kelimeler birer birer döküldü: “Emanet.” “Sır.” “Yuva.” “Ekmek.” “Göz.” “Süt.” “Affetmek.” “Cesaret.” “Ödev.” “Gülmek.” “Kardeş.” “Yer.”

 

Dârân, her kelimenin ardından tokmağı taşın dibine hafifçe vurdu. Ses her kelimede değişik bir yankı aldı. “Emanet”te derin, “Sır”da kısık, “Affetmek”te uzun bir tını, “Cesaret”te berrak bir çınlama… Çocuklar seslerin farkını duymaya başladıkça, yüzlerinde kelimelerin gölgesi dolaştı.

 

Leylâ, çocuklara döndü. “Şimdi bir sorum var! Eğer biri pazar tezgâhının altına fazlalık saklasa, taş bunu duyar mı?”

 

Çocuklar duraksadı. Katre elini çekti, dudaklarını ısırdı. “Taş duyar ama bağırmaz. Biz duyarız ve söyleriz.”

 

“Kimse bağırmasın.” Dârân tokmağı indirdi. “Söz, bağırınca anlamını törpüler. Önce kalpte tartılır, sonra dile gelir. Taşın önünde herkesin sözü eşit, önce konuşan kazanmaz.”

 

Meydanın köşesinden pazar yerinden tanıdık bir yüz belirdi. Orta yaşlarını geçmiş, alnı yaz güneşinden çizgilenmiş, elleri her daim un tozu kokan adam, adımlarını sıka sıka taşın yanına geldi. Gözleri tereddüdün ve yorgun gururun bakışını taşıyordu. Dârân onu selamladı. “Hâfız Ekremin oğlu mıhçı Mîrza,” diye mırıldandı, duyulmayacak bir tonda.

 

Mîrza, taşın önünde durdu. “Söz isterim,” dedi. Sesinde bir çakıl taşının takırtısı vardı. “Tezgâhımın altında kalan un çuvalını soranlar oldu. Fazlalıkmış. Benim dilim ağır, taşın dili hızlıdır dedim, buraya geldim.”

 

Meydan bir anda genişledi, uğultu iki adım geri çekildi. Leylâ çocukları dizinin dibine aldı, gözleriyle “dinle” dedi. Dârân tokmağı bıraktı, iki adım geri durdu. Taşın önünde söz, herkesin malıydı.

 

Mîrza, tezgâh altındaki çuvalı anlattı. Çuvallar her sabah sayılıyor, bir tanesi duvara yaslanıyordu. O çuval, geceleyin kapıya bıraktıkları yetim payıydı. Açıklarken sesi titremedi; yalnızca sonunda sustu. Sustukça meydandaki hava inceldi, duyulmaz bir sızı dolaştı.

 

Uğultu dağıldı, birkaç omuz gevşedi. Yine de gölgeler büsbütün çekilmedi. Çünkü şüphe, bir kez göze girince ışığa alışması zaman alıyordu. Leylâ, çocuklara baktı; Katre’nin gözleri taşın çizgisine sabitlenmişti.

 

Dârân, taşın dibine eğildi. Tokmağı zemine hafifçe vurdu, sonra konuştu. “Anlattığın doğruysa taşın gölgesi bunu bilir. Kime verildi, nereye bırakıldı, kim aldı; anlatılanı bilen vardır. Taşın etrafında saklı kelime kalmaz. Yarın akşam yetim payının kapısında bekleyeceğim. Bir çocuğun eli uzanırsa taşın üzerindeki çizgi, bugün olduğundan daha sığ görünecek.”

 

Mîrza başını eğdi. “Gel. Ben de beklerim.”

 

Çocuklardan biri -incecik, gözleri iri bir oğlan- elini kaldırdı. “Ben de geleyim mi?” Leylâ onun başını okşadı. “Gel.” Kısık bir sevinç, meydanın kıyısında tomurcuklandı.

 

Güneş batıya eğilirken taşın üzerindeki çizgi yeniden belirginleşti. Gündüzün sıcaklığı taşın serinliğine karıştı; çizgi sanki içinden bir ot filizi çıkaracakmış gibi hafifçe kabardı. Dârân, o geveze olmayan kabarışı bir sezi gibi duydu. İçinden geçen cümleyi ses yapmadı: “Çatlak, bazen korkunun aynası, bazen umudun yarığıdır.”

 

Çocuklar okulun yoluna dönerken Leylâ, Dârân’ın yanında kaldı. “Kahkahaların sesi akşama doğru artar mı dersin?”

 

“Yetim payının kapısında bir el uzanırsa artar.” Dârân taşın yüzünü son kez yokladı. “Kahkaha bazen somunun buharıdır.”

 

Akşam, çarşının ışıkları birer birer yanarken meydana başka bir sükûnet indi. Kuşlar taşın üzerinden göğe kalktı, yerlerine sessizlik oturdu. Dârân, tokmağını torbasına koydu, taşın çevresinde kısa bir daire çizdi. Çizdiği daire, bir yemin gibiydi; kimse duymadı. Yeminler burada yüksek sesle edilmez, taşın gölgesine bırakılırdı.

 

Sokağın başında, zifiri karanlığa inmeden önce, adımlarının arasına ince bir ses sızdı: “Usta.” Döndü. Katre, elinde küçük bir defterle duruyordu. “Bugün taşın yanına yazdığım kelimeleri sana gösterecektim.”

 

“Göster.” Defterin ilk sayfasında büyük harflerle tek bir kelime duruyordu; gülmek. Altına küçük bir satır: “Gülmek adaletin yüzüdür.” İkinci sayfada; susmak. Altına: “Susmak bazen adaletin nefes almasıdır.” Üçüncüde; korkmak. Altında: “Korku taşın üstünde adım atmak gibi.” Dördüncüde; emanet. Altında: “Emanet, başkasının kalbini taşımak.”

 

Dârân defteri uzun uzun seyretti. “Taş, bugün seninle iyi konuştu” dedi. Katre sevindi, sonra ciddileşti. “Usta, taş kırılırsa ne olur?”

 

“Taş kırılırsa meydan büyür,” dedi Dârân. “Meydan büyürse kalpler yaklaşır. Taşın kırılması kötü değildir, susması kötüdür.”

 

Çocuk koştu, gölgeye karıştı. Dârân, meydanı son kez dinledi. Akşam rüzgârı taşın çizgisine ince bir ses bıraktı; sanki uzak bir yerlerden gelen bir fısıltı: “Yarın.” Fısıltı bir söz değil, bir çağrıydı. Yarın, yetim payının kapısında beklenilecek; yarın, bir elin uzandığı görülecek; yarın, çatlağın dili yeniden okunacaktı.

 

Usta, taşın gölgesinden ayrılırken çatlağın kıyısına kısacık bir işaret bıraktı. Taş ustalarının bildiği, kimsenin gözüne batmayan bir çizgi. Ne isimdi o, ne de mühür. Hâfızaya düşülen sessiz bir imza. Çizgi, taşın derinliğine inmedi, yüzünde kaldı. Yüzünde kalan her işaret, halkın nabzı sayılırdı.

 

Gece, şehrin üzerine yumuşak bir örtü serdi. Pencerelerin ardında kitap sayfaları çevrildi, sofaların kıyısında ekmek kırıntıları paylaşıldı. Uzak bir evin önünde bir kap bırakıldı; içinde yarım somun, iki zeytin, bir parça peynir. Kapının aralığından küçük bir el uzandı, kap yavaşça içeri çekildi. Rüzgâr, taşın çatlağından geçerken bir an durdu; duruşu bir dua gibiydi.

 

Sabahın ilk ışıkları daha doğmamıştı, fakat yarın çoktan başlamıştı. Şehir, uyku ile uyanıklık arasında, taşın çatlağında saklı o ince cümlenin çevresinde dönüyordu: 

 

Adalet, kırılmaktan korkmayan bir hafıza.

Önceki ve Sonraki Yazılar