1. YAZARLAR

  2. Ahmet Şükrü Kılıç

  3. Escher merdivenlerinde yürüyen İslamcılık
Ahmet Şükrü Kılıç

Ahmet Şükrü Kılıç

Yazarın Tüm Yazıları >

Escher merdivenlerinde yürüyen İslamcılık

A+A-

 

Türkiye’de İslamcılığın temel sorunu, hareket ettiği zeminin yanlışlığı değil, zeminin doğru sanılmasıdır. Asıl kriz tam da burada başlar. Çünkü yanlış zemin fark edilmediği sürece yürüyüş azim, samimiyet ve fedakârlık üretir; fakat istikamet üretmez. Escher merdivenlerinin temsil ettiği hakikat tam olarak budur; adım vardır, çaba vardır, süreklilik vardır ama gerçek anlamda bir yer değiştirme yoktur. Yükseldiğini sanarak aynı kata dönen bir hareket hâli söz konusudur. Bu nedenle Türkiye’de İslamcılık uzun süredir bir ilerleme yanılsaması yaşamaktadır. Kurumsallaşma güçlenme, görünürlük etki, devletle temas iktidar, iktidarla temas ise tahakkuk olarak okunmuştur. Oysa bu okuma, tebliğden temsile, temsilin ahlâkından ise imtiyaza kayan derin bir kırılmayı içinde taşır.

Bu noktada karşı karşıya olduğumuz mesele bir inanç sorunu değildir. Açık ve net biçimde bir usûl sorunu vardır. Usûl bozulduğunda maksadın korunması mümkün olmaz. Fıkıh geleneğinde hayati bir denge olan maksat–vasıta ilişkisi, sonuç merkezli bir meşruiyet üretimine indirgenmiştir. Araçların ahlâkı ihmal edilmiş, sonuçların sağladığı imkânlar meşruiyetin yerine ikame edilmiştir. Bu yaklaşım İslamcılığı ahlâkî üstünlük iddiası taşıyan bir düşünce hattı olmaktan çıkarıp, mevcut güç ilişkileri içinde yer kapmaya çalışan bir siyasal aktöre dönüştürmüştür. Yaşanan şey basit bir sapma değil, bütüncül bir paradigma değişimidir.

Türkiye’de İslamcılığın zihinsel haritası uzun süredir devlet merkezlidir. Devlet ele geçirildiğinde toplumun dönüşeceği varsayılmıştır. Bu varsayım, modern ideolojilerin neredeyse tamamıyla ortaklaştığı bir kabuldür ve İslamcılığı farkında olmadan modernliğin içinden konuşan bir dile mahkûm eder. Oysa İslam düşüncesinde ahlâk yukarıdan aşağıya inşa edilen bir yapı değildir; içeriden dışarıya doğru olgunlaşan bir şahsiyet meselesidir. Devlet ahlâkın kaynağı değil, en fazla sonucudur. Bu ilişki tersine çevrildiğinde ortaya çıkan yapı, Escher merdivenleri gibi işler; yukarı çıkıldığı sanılır ama aslında aynı düzlemin etrafında dönülür.

Bu bağlamda sıkça dile getirilen “Kadro sorunu” teşhisi de meseleyi örtmektedir. Asıl problem kadro değil, şahsiyet inşasının terk edilmiş olmasıdır. Şahsiyet yalnızca bilgiyle, sadakatle ya da örgütsel bağlılıkla kurulmaz. Şahsiyet bedel ödeme iradesi, yalnız kalabilme cesareti ve iktidarla mesafe ahlâkı ile mümkündür. İktidara yakınlık zamanla eleştiri yeteneğini değil, meşruiyet bağımlılığını üretmiştir. Bu bağımlılık eleştiriyi “İhanet”, mesafeyi “Fitne”, ahlâkî itirazı ise “Zayıflatma” olarak kodlayan bir dil doğurmuştur. Böylece İslamcılık kendisini içeriden tashih edecek imkânları bir bir kaybetmiştir.

Bunun doğal sonucu olarak dil de çürümüştür. “Adalet”, “Ümmet”, “Şahitlik”, “Emanet”, “Direniş” gibi kavramlar pratik karşılıklarını yitirmiş, söylemsel süs hâline gelmiştir. Kavramın pratiği yoksa, o kavram ahlâk üretmez; sadece meşruiyet üretir. Bu durum İslamcılığı eleştirel bir düşünce hattı olmaktan çıkarıp, savunmacı bir retoriğe sıkıştırmıştır. Savunma dili ise hakikati korumaz, pozisyonu korur.

Escher merdivenlerinden çıkış, daha hızlı yürümekle ya da daha fazla bağırmakla mümkün değildir. Çıkış ancak merdivenin kendisinin imkânsızlığını fark etmekle mümkündür. Bu fark ediş yeni sloganlar değil, yeni feragatler gerektirir. İmtiyazdan feragat, devlet merkezli kurtuluş tahayyülünden feragat. İslamcılık yeniden ahlâk merkezli, şahsiyet odaklı ve iktidarla mesafeli bir dile dönmediği sürece ne kadar yürürse yürüsün aynı kata varacaktır. Bu bir yenilgi ilanı değil, hakikate dönme çağrısıdır.

Mesafe ahlâkını kaybeden yürüyüş

Mesafe ahlâkı, bir muhalefet biçimi değil, bir varoluş konumudur. Yakın durmamak düşmanlık değildir; uzak durmak ilgisizlik hiç değildir. Mesafe, insanın kendisini koruma refleksi değil, hakikati kirletmeme çabasıdır. Türkiye’de İslamcılığın en derin kırılmalarından biri tam da burada yaşandı. Mesafe ahlâkı kayboldu ve yerine “Yakın olmanın erdem sayıldığı” bir zihinsel iklim yerleşti. Oysa ahlâk, mesafeyle başlar. Yakınlık çoğu zaman ahlâk üretmez; alışkanlık üretir. Alışkanlık ise sorgulamayı değil, kabullenişi besler.

İktidarla kurulan ilişkinin dili değiştiği anda, ahlâk da yön değiştirdi. Mesafe “Soğukluk” olarak kodlandı; itiraz “Zayıflatma” sayıldı; suskunluk ise “Hikmet” diye adlandırıldı. Böylece mesafe ahlâkı, bir erdem olmaktan çıkarılıp bir tehdit gibi sunuldu. Yakın durmak sadakat, yan yana görünmek bilinç, birlikte fotoğraf vermek sorumluluk olarak algılandı. Bu algı değişimi, yalnızca siyasal bir tercih değil, doğrudan ahlâkî bir çözülmeydi.

Mesafe kaybolduğunda ilk zarar gören şey hakikat olur. Çünkü hakikat, güçle temas hâlindeyken konuşulmaz; güçle arasında boşluk olan yerde söylenir. Mesafe, hakikatin nefes aldığı alandır. Bu alan kapandığında söz kirlenir, kavramlar esner, itiraz kişiselleşir. Artık yanlış, yanlış olduğu için değil; kimin yaptığına göre değerlendirilir. Bu noktadan sonra ahlâk ilkesi değil, ilişki ağı belirleyici olur.

Türkiye’de İslamcılığın yaşadığı kriz tam olarak burada derinleşti. Mesafesini kaybeden bir hareket, eleştiri üretme yeteneğini değil; meşruiyet ihtiyacını büyüttü. Eleştiri ihtiyacı azaldıkça savunma refleksi güçlendi. Savunma güçlendikçe yanlışların konuşulması “Zamanı değil” gerekçesiyle ertelendi. Ertelenen her ahlâkî yüzleşme, bir sonraki suskunluğu meşrulaştırdı. Böylece susmak, bir erdem gibi öğretildi; konuşmak ise sorun çıkaran bir davranış olarak etiketlendi.

Mesafe ahlâkının kaybı, şahsiyet inşasını da doğrudan etkiledi. Çünkü şahsiyet, her şeyden önce “Hayır” diyebilme kudretidir. Yakınlık arttıkça bu kudret zayıflar. İnsan, yan yana durduğu kişiye karşı hakikati söylemekte zorlanır. Zamanla zorlanmak yerini vazgeçmeye bırakır. Vazgeçiş ise çoğu zaman “Bizimkiler yanlış yapmaz” cümlesiyle maskelenir. Bu cümle söylendiği anda ahlâk değil, aidiyet konuşmaya başlar.

Mesafe ahlâkı kaybolduğunda dil de dönüşür. Kavramlar artık açıklamak için değil, örtmek için kullanılır. “Maslahat” yanlışları erteleyen bir kalkan hâline gelir. “Birlik” eleştiriyi susturmanın gerekçesi olur. “Dava” kişisel ikbalin üstünü örten bir örtüye dönüşür. Kavramlar çoğalır ama anlamları daralır. Bu daralma düşünceyi değil, itaat kültürünü besler.

Oysa mesafe ahlâkı, bir ayrışma çağrısı değildir. Aksine, hakiki birlik ancak mesafe korunarak mümkündür. Mesafe yoksa birlik değil, yığılma oluşur. Yığılmalar ahlâk üretmez, kalabalık üretir. Kalabalık ise yanlışları görünmez kılar. Görünmez kılınan her yanlış zamanla normalleşir. Normalleşen her yanlış da yeni bir ahlâk yıkımının kapısını aralar.

Bugün dönüp bakıldığında, İslamcılığın birçok meselede suskun kalmasının arkasında korku değil, mesafesizlik vardır. Yakınlığın bedeli ağırdır; insanı konuşamaz hâle getirir. Mesafe ise bedel ister ama insanı diri tutar. Bu yüzden mesafe ahlâkı bir konfor alanı değil, bir yük alanıdır. Bu yükü taşımayanlar zamanla güçlenir; taşıyanlar yalnızlaşır. Fakat tarih, her zaman yalnız kalanların cümlelerini saklar.

Bu nedenle mesele yeniden doğruya dönmek değildir. Mesele, doğruyla araya mesafe koymamayı yeniden öğrenmektir. İktidarla, imkânla, alkışla ve kalabalıkla araya ahlâkî bir boşluk koymadan hakikatin korunamayacağı artık açıktır. Mesafe kaybedildiğinde yürüyüş hızlanır ama yön kaybolur. Escher merdivenlerinde yaşanan tam olarak budur; sürekli hareket hâli vardır ama gerçek bir ilerleme yoktur.

Feragat etmeyi bilmeyen yürüyüş

Feragat, kaybetmek değildir. Feragat, elinde tutabildiğin hâlde tutmamayı bilmektir. Bu yüzden feragat yoksulluğun değil, imkânın imtihanıdır. Türkiye’de İslamcılığın en zorlandığı yer tam da burasıdır. Çünkü bu yürüyüş, uzun bir süre yoklukla sınandı; imkânla sınandığında ise hazırlıksız yakalandı. Yokluk sabrı öğretir ama feragat öğretmez. Feragat, güçle karşılaşıldığında ortaya çıkan bir ahlâk meselesidir. Gücü kullanabilme imkânı varken geri durabilmek, kazanabilecekken vazgeçebilmek, konuşabilecekken susmak değil; susması gereken yerde susmamayı göze alabilmektir.

Feragat kaybolduğunda, ahlâk yerini gerekçelere bırakır. Yapılan her tercih “Zorunluluk” olarak açıklanır. Her vazgeçiş “Şartlar” ile meşrulaştırılır. Her suskunluk “Zamanı değil” cümlesiyle korunur. Böylece ahlâk, ilke olmaktan çıkar; duruma göre şekil alan bir savunma diline dönüşür. Oysa feragat, şartlar elverdiğinde değil, tam da elverdiği hâlde yapılır. Aksi hâlde feragat değil, mecburiyet olur.

İslamcılığın bugün yaşadığı tıkanma, büyük ölçüde bu ayrımın silinmesinden kaynaklanır. Güce temas edildiğinde geri çekilmesi gereken yerde kalınmış, vazgeçilmesi gereken imkânlar “Bir daha ele geçmez” korkusuyla tutulmuştur. Bu korku, ahlâkın yerini almıştır. Güç kaybedilirse dava kaybedilecek sanılmış, imkân terk edilirse hakikat yalnız kalacak zannedilmiştir. Oysa tarih tam tersini söyler! Hakikat, çoğu zaman feragat edildiği yerde korunmuştur.

Feragat edemeyen bir yapı, zamanla her şeyi haklı görmeye başlar. Yanlışlar küçük, eleştiriler gereksiz, itirazlar zararlı ilan edilir. Bu noktadan sonra ahlâk, sınır çizen bir ilke olmaktan çıkar; hareket alanını genişleten bir gerekçeye dönüşür. “Biz yapmazsak başkaları yapar” cümlesi bu zihniyetin en açık ifadesidir. Bu cümle söylendiği anda artık ahlâk değil, korku konuşmaktadır.

Feragat aynı zamanda bir şahsiyet meselesidir. Şahsiyet, sahip olduklarını sergilemekle değil; vazgeçtiklerini taşıyabilmekle inşa edilir. Gücü bırakabilen, imkânı geri çevirebilen, alkışı reddedebilen insan sayısı azaldıkça, hareketler kalabalıklaşır ama derinlik kaybeder. Kalabalıklar feragat etmez; feragat bireysel bir ahlâk cesaretidir. Bu cesaret kaybolduğunda, herkes aynı yönde yürür ama kimse nereye gidildiğini sormaz.

Türkiye’de uzun süredir feragat, “Saflık” ile karıştırılmaktadır. Gücü terk etmek akılsızlık, imkândan vazgeçmek lüks, geri durmak ise zayıflık gibi sunulmuştur. Bu sunum, feragati değersizleştirmiştir. Oysa feragat, en yüksek bilinç hâllerinden biridir. İnsan ancak vazgeçebildiği şeylerin sahibi olabilir. Sahip olduklarına mahkûm olanlar, onları kaybetmemek için her şeyi mubah görmeye başlar.

Feragat kaybolduğunda, mesafe de korunamaz. Yakınlık kalıcı hâle gelir, bağlar çözülmez olur. Artık bırakmak mümkün değildir. Çünkü bırakmak, sadece imkânı değil; onunla birlikte kurulan dili, statüyü ve alışkanlığı da terk etmeyi gerektirir. Bu yüzden feragat edemeyenler, zamanla her şeyi savunur hâle gelir. Savunulan şeyler çoğaldıkça, savunma dili sertleşir; sertleştikçe de hakikat daha fazla zarar görür.

Oysa feragat, bir geri çekilme değil; bir yük hafifletme biçimidir. İnsanı ve hareketleri ayakta tutan şey, her şeyi taşıma iddiası değil; taşınmaması gerekenleri bırakabilme iradesidir. Feragat edilmediğinde yürüyüş ağırlaşır, yön bulanıklaşır, mesafe kaybolur. Escher merdivenlerinde yaşanan tam olarak budur; çıkılıyor sanılır ama yük artar; yük arttıkça hareket zorlaşır; zorlaştıkça da bırakmak yerine daha sıkı tutunulur.

Bu nedenle mesele daha fazla kazanmak değildir. Mesele, ne zaman vazgeçileceğini bilmektir. Feragat etmeyi bilmeyen bir yürüyüş, er ya da geç ahlâkını da yönünü de kaybeder. Kazanılan her şey korunmaya çalışılırken, kaybedilen tek şey fark edilmez; hakikatin hafifliği.

Unutmanın konforuna yerleşen hafıza

Hafıza, geçmişi hatırlamak değildir; bugünü hangi geçmişle kurduğumuzu bilmektir. Unutmak çoğu zaman bir eksiklik değil, bilinçli bir tercihtir. Türkiye’de İslamcılığın en az konuşulan ama en belirleyici krizlerinden biri, tam olarak bu tercihle ilgilidir. Hatırlamanın yükünden kaçan bir dil kurulmuş, bu dil zamanla konfor üretmiştir. Konfor ise ahlâkı değil, sessizliği beslemiştir. Böylece hafıza, hakikati diri tutan bir imkân olmaktan çıkmış; rahatsız edici olanı dışarıda bırakan bir süzgece dönüşmüştür.

Unutma süreci bir anda başlamaz. Önce hatırlatılan şeyler “Zamanı değil” denilerek ertelenir. Sonra bu erteleme “Artık geçmişte kaldı” cümlesiyle kalıcı hâle getirilir. En sonunda ise geçmişi hatırlatanlar “Eski defterleri açmakla” suçlanır. Bu aşamada unutmak bir zaaf değil, bir erdem gibi sunulur. Hafızasını diri tutanlar huzursuz; unutanlar uyumlu kabul edilir. Böylece hafıza, ahlâkî bir sorumluluk olmaktan çıkar; toplumsal uyumun önünde bir engel gibi gösterilir.

Oysa hafıza, hesap sormak için değil; hesap vermek için gereklidir. Geçmişle yüzleşmeyen bir yapı, bugünü açıklayamaz. Bugünü açıklayamayan ise geleceği inşa edemez. Türkiye’de İslamcılığın yaşadığı tekrarların önemli bir kısmı, bu yüzleşme eksikliğinden beslenmektedir. Aynı gerekçeler, aynı suskunluklar, aynı savunma cümleleri farklı dönemlerde yeniden üretilmektedir. Çünkü hafıza tutulmadığında tecrübe oluşmaz; tecrübe oluşmadığında ise hata bilince dönüşmez.

Hafızanın aşınması en çok dilde kendini gösterir. Dün eleştirilen şeyler bugün savunulur hâle gelir ama bu dönüşüm hiçbir zaman açıkça kabul edilmez. Bunun yerine kelimeler değiştirilir. Dün “Yanlış” denilen şey bugün “Zorunluluk”, dün “İmtiyaz” olan bugün “Sorumluluk”, dün “Suskunluk” olan bugün “Hikmet” olarak adlandırılır. Kelimeler değiştiğinde, hafıza da değişmiş sayılır. Böylece insan kendisiyle çeliştiğini fark etmeden yol alabilir.

Hafıza kaybı, sadece geçmişi değil; bedeli de görünmez kılar. Hangi suskunluğun nelere yol açtığı, hangi yakınlığın hangi yanlışları doğurduğu, hangi feragatsizliğin hangi ahlâk aşınmasına kapı araladığı hatırlanmadığında, bedel ortadan kalkmış gibi davranılır. Bedel görünmeyince sorumluluk da dağılır. Sorumluluğun dağılması ise şahsiyetin çözülmesine yol açar. Çünkü şahsiyet, hatırladıklarıyla yaşar; unuttuklarıyla değil.

Türkiye’de hafıza çoğu zaman seçici biçimde işletilmiştir. Başkalarının yanlışları ayrıntılarıyla hatırlanırken, kendi yanlışlarımız “Niyetler iyiydi” cümlesiyle geçiştirilmiştir. Bu seçicilik, ahlâkî bir teraziyi değil; aidiyet merkezli bir muhasebeyi doğurmuştur. Aidiyet konuştuğunda, hafıza susar. Hafıza sustuğunda ise yanlışlar kendiliğinden silinmiş gibi kabul edilir.

Unutmanın bir başka sonucu da, suskunluğun normalleşmesidir. Bir dönem itiraz edilen şeylere daha sonra itiraz edilmemesi açıklanmaz; sadece yeni gündemlere geçilir. Böylece susmak, bir tercih değil; bir alışkanlık hâline gelir. Alışkanlık hâline gelen suskunluk ise zamanla erdem gibi öğretilir. Konuşanlar sorun çıkaran, hatırlatanlar huzur bozan, sorgulayanlar ise “Birlik ruhunu zedeleyen” kişiler olarak yaftalanır. Bu noktada hafıza artık bireysel değil; kolektif olarak bastırılmıştır.

Oysa hafıza, huzuru bozmak için değil; hakikati korumak için vardır. Hakikat, hatırlanmadığında değil; unutulduğunda yaralanır. Bugün gelinen yerde, İslamcılığın birçok temel meselede tekrar eden savunma cümleleri üretmesi, bu yaralanmanın açık göstergesidir. Aynı cümleler farklı dönemlerde yeniden kuruluyor, çünkü aynı hatalar farklı isimlerle yeniden yaşanıyor. Hafıza tutulmadığı sürece bu döngü kırılmaz.

Escher merdivenleri burada bir kez daha karşımıza çıkar. Yukarı çıkıldığı sanılır ama aslında aynı katın etrafında dönülür. Çünkü bir önceki tur hatırlanmaz. Hatırlanmadığı için de aynı adımlar tekrar atılır. Her turda biraz daha yorulunur ama bu yorgunluğun nedeni hiçbir zaman tam olarak adlandırılmaz. Yorgunluk artar, sorgulama azalır, unutmak daha cazip hâle gelir.

Bu nedenle mesele geçmişte kalanı kurcalamak değildir. Mesele, bugünü hangi unutmalar üzerine inşa ettiğimizi fark edebilmektir. Hafıza yeniden yük değil, sorumluluk olarak taşınmadıkça; feragat anlam kazanmaz, mesafe korunmaz, şahsiyet inşa edilemez. Unutmanın konforu kısa vadelidir. Ama hatırlamanın yükü, insanı ve hareketleri ayakta tutan tek imkândır.

Şahsiyetini yitiren yürüyüş

Şahsiyet, bir kimlik bildirimi değildir; bir hayat tarzıdır. Ne söylendiğiyle değil, neyin söylenmediğiyle; neyin savunulduğuyla değil, neyin savunulmadan terk edilebildiğiyle anlaşılır. Türkiye’de İslamcılığın yaşadığı en derin kriz, tam da burada düğümlenmiştir. Şahsiyet zamanla düşüncenin merkezinden çekilmiş, yerine pozisyon almanın konforu yerleşmiştir. Böylece doğru ile yanlış arasındaki çizgi, ahlâkî bir ilke olmaktan çıkıp ilişkisel bir ayarlamaya dönüşmüştür.

Şahsiyet, bedel ödemeyi göze alabilme cesaretidir. Bedel ortadan kalktığında, şahsiyet de görünmez olur. Güçle temas hâlinde kalındığında, bedel konuşulmaz; imkânın sürekliliği esas alınır. Oysa imkânın sürdürülebilirliği üzerine kurulan bir yürüyüş, ahlâk üretmez. Bu yürüyüş, en fazla düzen üretir. Düzen üretmekle hakikati korumak aynı şey değildir. Düzen çoğu zaman sessizlik ister; hakikat ise konuşmayı.

Şahsiyetin kaybı en çok yalnızlıktan kaçışta kendini gösterir. Yalnız kalabilme cesareti, şahsiyetin en belirgin alametidir. Kalabalıkların içinde kaybolmak, çoğu zaman güvenli bir tercih gibi sunulur. Oysa kalabalıklar insanı korumaz; sadece görünmez kılar. Görünmezlik, yanlış yapmayı kolaylaştırır. Kimsenin tam olarak sorumlu olmadığı yerde, herkes biraz suçsuz hisseder. Bu hissiyat, ahlâkı değil, dağılmışlığı besler.

Türkiye’de uzun süredir şahsiyet, sadakatle karıştırılmaktadır. Sadakat, şahsiyetin yerine ikame edilmiştir. Sadakat konuştuğunda, itiraz susar. Oysa şahsiyet, sadakati değil; sadakatin sınırlarını belirler. Sınırı olmayan sadakat, erdem üretmez. Aksine, yanlışların sürekliliğini sağlar. Bu noktada insan, doğruyu savunduğunu sanırken; aslında ilişkiyi korumayı öncelemiş olur.

Şahsiyet kaybolduğunda dil de kişiliksizleşir. Cümleler keskinliğini yitirir, kavramlar muğlaklaşır. “Herkes böyle yapıyor”, “Şartlar bunu gerektiriyor”, “Alternatif yok” gibi cümleler çoğalır. Bu cümleler, şahsiyetin geri çekildiği yerlerde ortaya çıkar. İnsan, bu cümlelerle kendini ikna ederken; aslında kendi içindeki itirazı bastırır. Bastırılan her itiraz, bir sonraki suskunluğun zeminini hazırlar.

Şahsiyet, mesafe ile korunur, feragat ile güçlenir, hafıza ile derinleşir. Bu üçü kaybolduğunda geriye sadece yürüyüş kalır. Yürüyüş vardır ama yön yoktur. Hareket vardır ama anlam yoktur. Escher merdivenlerinin sembolize ettiği tam da budur. Sürekli bir hareket hâli, fakat gerçek bir ilerleme yoktur. İnsanlar yukarı çıktıklarını zannederken, aslında aynı düzlemin etrafında dönüp dururlar.

Bu noktada yapılması gereken yeni bir tanım yapmak değildir. Şahsiyet tarif edilerek kazanılmaz. Şahsiyet, vazgeçerek, durarak, yalnız kalarak ve gerektiğinde kaybetmeyi göze alarak inşa edilir. Bu bir yöntem değil, bir ahlâk hâlidir. Herkes için geçerli bir reçetesi yoktur. Ama bir ölçüsü vardır. insan, sahip olduklarını kaybetme korkusuyla susuyorsa, şahsiyet zedelenmiştir.

Türkiye’de İslamcılığın geleceği, daha güçlü olmaya değil; daha sahici olmaya bağlıdır. Sahicilik ise çoğu zaman güç kaybettirir. Fakat sahicilik kaybolduğunda, kazanılan her şey anlamsızlaşır. Şahsiyetini yitiren bir yürüyüş, kalabalık olabilir; ama yönsüzdür. Yönsüzlük ise en sonunda insanı, başladığı yere geri getirir.

Bu yüzden mesele yeni bir yürüyüş başlatmak değildir. Mesele, bu yürüyüşte kim olarak yürüdüğümüzdür. Eğer şahsiyet yeniden merkeze alınmazsa, mesafe korunmaz, feragat edilmez ve hafıza diri tutulmazsa; Escher merdivenleri değişmez. Adımlar çoğalır, sözler artar, görüntü büyür. Ama hakikat yerinde sayar.

Önceki ve Sonraki Yazılar