Baraka defteri; şahsiyet inşası
Birinci gün
Barakanın sessizliği
Barakanın teneke çatısına düşen yağmur, gecenin karanlığını delik deşik eden bir davul gibi çalıyordu. Çatının arasından sızan su damlaları köşede paslanmış bir kovaya birer birer düşüyor, kovanın içinde yankılanan ses barakanın sessizliğini bozuyordu. Sobanın içindeki odun çıtırdıyor, dumanı tahta duvarlara siniyordu. Masanın üzerinde yarısı içilmiş çay bardakları, not defterleri ve ucu aşınmış kalemler vardı.
Mekân basitti ama içeride oturanların zihni karmaşıktı. Farklı ideolojilerden, farklı geçmişlerden gelen gençler, yağmurlu gecelerde burada buluşur, hayata dair konuşurlardı. Birbirlerinin dünya görüşlerine katılmazlardı çoğu zaman ama aynı masaya oturmaktan vazgeçmezlerdi. Çünkü aradıkları şey, aslında birbirlerinin doğrularını çürütmek değil, kendi içlerindeki eksikliği tamamlamaktı.
İlk sözü siyaset bilimi okuyan bir genç aldı.
“Bizim çağımızın en büyük yoksulluğu güven” dedi. “Her yerde bilgi var, teknoloji var, hız var ama güven yok. Güvenin olmadığı yerde şahsiyet doğmaz. Peygamber’in en güçlü sıfatı El-Emin değil miydi. Herkesin düşmanı bile olsa güvenmekten geri durmadığı insan. Bizim çağımızda kimdir güvenilecek insan. Hangi lidere, hangi düşünceye, hangi öğretmene canımızı ve onurumuzu teslim edebiliriz.”
Dindar genç başını salladı.
“Güven olmadan iman da köksüz kalır, felsefe de. Güven şahsiyetin ilk adımıdır. Bugün biz güveni kaybettik. İnsan kendisine yakın olanın yanlışını görmezden geliyor, uzak olanın doğrusunu reddediyor. Bu münafıklıktır. Peygamber’in şahsiyetinde gördüğümüz şey ise tam tersiydi. O, dostunun yanlışına da düşmanın doğrusuna da aynı dürüstlükle yaklaşırdı.”
Barakanın köşesinde oturan yaşlı adam piposunu yaktı.
“Benim gençliğimde bir insanın sözü senet gibiydi” dedi ağır ağır. “Kimse imza istemezdi, kimse teminat sormazdı. Bir söz yeterdi. Bugün binlerce imza atılsa da güven yok. Peygamber’in büyüklüğü ideoloji üretmesinde değil, güven telkin eden bir şahsiyet olmasındaydı. İnsan ona düşman olsa bile güvenmekten vazgeçmiyordu.”
Felsefe öğrencisi gözlüğünü düzeltti.
“Hobbes der ki insan insanın kurdudur. Ona göre güvenin olmadığı yerde devletin zor aygıtı devreye girmelidir. Ama Peygamber’in şahsiyetinde görüyoruz ki güven, ne zorla ne de kanunla oluşur. Güven, şahsiyetin kendisinden doğar. İnsan güvenilir olduğunda toplum da güvenli olur.”
Soba çıtırdadı, kıvılcımlar tavana sıçradı. O an herkes aynı soruyu kendi içinde fısıldadı.
“Biz güvenilir miyiz?”
İkinci gün
Güvenin kaybolan yüzü
Ertesi gün yağmur durmuştu. Güneşin ışığı barakanın penceresinden içeri süzülüyor, tahta masanın üzerine uzun çizgiler bırakıyordu. Masada yine aynı yüzler vardı. Çaydanlık fokurduyor, defterler açılıyordu.
Gençlerden biri söze başladı.
“Güven kaybolunca insan da kurum da çöker. Bir öğretmen öğrencisine güven vermezse öğretemez. Bir lider halkına güven vermezse yönetemez. Bir dost dostuna güven vermezse dostluğun adı kalmaz. Bugün her yerde çok bilgi var, çok güç var ama güven yok. O yüzden biz şahsiyet üretemiyoruz.”
Felsefeci genç başını kaldırdı.
“Nietzsche güvenin yerine irade-i kudreti koydu. Ona göre önemli olan güçlü olmaktı. Ama Peygamber’in şahsiyetinde güç, güvenin hizmetine giriyordu. O en güçlüydü, çünkü en güvenilirdi. Bizim çağımızda ise insanlar güçlü görünmek için güveni feda ediyor. O yüzden güç yozlaşıyor, şahsiyet çürüyor.”
Yaşlı adam piposunu bıraktı.
“Güven kaybolduğunda kanunlar artar, imzalar çoğalır ama huzur olmaz. Ben bunu ömrümde gördüm. İnsanlar birbirine güvenmeyi bırakınca devlet imzaları artırır, noterler iş yapar, mahkemeler çoğalır. Ama güven hâlâ yoktur. Peygamber’in toplumunda ise güven şahsiyetle kuruluyordu. Bir sözü yetiyordu.”
Dindar genç içini çekti.
“Şahsiyet ideolojik değildir. Şahsiyet yanlışa yanlış, doğruya doğru demektir. Peygamber bize bunu gösterdi. Düşmanının doğrusunu kabul eden, dostunun yanlışını reddeden bir şahsiyetti. Bugün biz kendi ideolojimiz uğruna şahsiyetimizi kaybediyoruz.”
Barakanın sessizliği ağırlaştı. Çayın buharı tavana yükseldi, güneş ışığına karıştı. Herkes defterine farklı kelimeler yazdı ama cümlelerin özü aynıydı.
“Güven olmadan şahsiyet olmaz. Şahsiyet olmadan medeniyet kurulmaz.”
Üçüncü gün
Adaletin çıkmazı
Barakanın kapısından içeri güneş ışığı süzülüyordu. Sobanın yanmadığı bir gündü ama içerisi sıcaktı. Masada toplananlar defterlerini açtı. Bu kez konu adalet oldu.
Gençlerden biri sert bir sesle konuştu.
“Bugün dünyada adalet güçlü olanın kalkanı hâline geldi. Mahkemelerde, işyerlerinde, sokaklarda haklı olan değil, güçlü olan kazanıyor. Peygamber’in hayatında ise bunun tam tersini görüyoruz. O kendi aleyhine bile olsa adaletten ayrılmadı.”
Felsefeci öğrenci defterine birkaç çizgi attıktan sonra gözlerini kaldırdı.
“Kant der ki ‘Öyle davran ki, davranışının ilkesi evrensel yasa olsun.’ Bu, adaletin soyut tanımıdır. Ama Peygamber’in şahsiyetinde adalet bir teori değil, yaşanan bir gerçeklikti. O, adaleti yasa olarak değil, hayatın nefesi olarak yaşadı.”
Yaşlı adam piposunu yaktı, bir süre sustu. Sonra yavaş yavaş konuştu.
“Ben hayatımda çok kez gördüm. Güçlü olanın yanında duran hâkimler, haklı olanı susturdu. O gün anladım ki şahsiyet yoksa adalet sadece kâğıt üzerinde kalır. Peygamber’in adaleti ise şahsiyetin ta kendisinden doğuyordu. O yüzden düşmanı bile onun hükmüne razı oluyordu.”
Dindar genç gözleri dolu dolu konuştu.
“Kur’an’da buyuruluyor. ‘Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin.’ İşte bu şahsiyetin en zor imtihanıdır. Dostun yanlışına karşı çıkmak, düşmanın doğrusunu kabul etmek. Biz bugün bunu kaybettik. Adaletin yerini çıkar aldı.”
Masada bir sessizlik oldu. Çayın buharı tavana yükselirken herkesin zihninde aynı soru çınladı.
“Adalet uğruna kendi menfaatimizden vazgeçebilir miyiz?”
Dördüncü gün
Ailenin mektebi
Barakanın dışından çocuk sesleri geliyordu. Pencereden sokakta koşuşturan çocuklar görünüyor, kahkahaları içeri doluyordu. Masadakiler bu kez aileyi konuştu.
Gençlerden biri başını önüne eğdi.
“Peygamber torunlarını omzuna alır, onlarla oyun oynardı. Biz ise çocuklarımızı ekranların önüne bıraktık. Onları oyunun değil, teknolojinin çocukları yaptık. Aileyi koruyacağımıza, kendi ellerimizle dağıttık.”
Diğeri ekledi.
“Kadın onun hayatında yol arkadaşıydı. İstişare ettiği, değer verdiği insandı. Biz ise kadını ya metalaştırıyoruz ya da hor görüyoruz. Oysa Peygamber’in şahsiyetinde kadın toplumun onuruydu.”
Felsefeci öğrenci kalemini masaya vurdu.
“Aristoteles aileyi devletin küçük modeli sayardı. Ama Peygamber’in şahsiyetinde aile, ahlakın ilk mektebiydi. Çocuğa şahsiyet kazandıran ilk ders ailede başlıyordu. Aile çökerse şahsiyetin tohumu kurur.”
Yaşlı adam piposunu eline aldı.
“Benim babam bana büyük kitaplar okutmadı, annem bana uzun nasihatler etmedi. Ama onların şahsiyetleri bana yetti. Çocuğa bırakılacak en büyük miras mal değil, şahsiyetin ta kendisidir. Peygamber bunu bize gösterdi.”
Sessizlik oldu. Çocuk sesleri barakanın içine çarptı, herkesin içine bir soru bıraktı.
“Biz çocuklarımıza nasıl bir şahsiyet bırakıyoruz?”
Beşinci gün
Merhametin çevresi
Barakanın önünde sokak köpekleri dolaşıyordu. Gençlerden biri onları işaret etti.
“Peygamber aç kalan bir hayvana su vereni cennetle müjdeledi, bir kediyi aç bırakanı ise azapla uyardı. Bizim çağımızda hayvanlara merhamet yok, çevreye saygı yok. Doğayı tüketiyoruz, şehirleri betonla kaplıyoruz.”
Felsefeci öğrenci başını kaldırdı.
“Descartes hayvanları ruhsuz, birer makine olarak tanımladı. İnsanlığın büyük bir kısmı da böyle düşündü. Ama Peygamber’in şahsiyetinde hayvanlar rahmete dâhildi. Bu fark bize şunu gösteriyor. Felsefe bazen yanılır, şahsiyet hakikati gösterir.”
Yaşlı adam piposunu söndürdü.
“Merhamet şahsiyetin en yumuşak ama en güçlü yanıdır. Peygamber abdest alırken bile suyu israf etmeyin dedi. Çünkü doğa insanın mülkü değil, Allah’ın emanetidir. Biz emaneti unuttuğumuz için tükeniyoruz.”
Masada gözler birbirine değdi. Sessizlik ağırlaştı.
“Biz doğaya karşı şahsiyetli miyiz?”
Altıncı gün
Tevazunun tacı
Barakanın sobası yanıyordu, çıtırdayan odunların sesi konuşmaları bölüyordu. Konu bu kez siyaset oldu.
Gençlerden biri öfkeyle söze girdi.
“Bugün makam sahipleri güçlü görünüyor ama güven vermiyor. Koltuklarını bir imkân değil, bir imtiyaz olarak görüyorlar. Tevazu diye bir şey kalmadı.”
Yaşlı adam piposunu masaya bıraktı.
“Peygamber devlet başkanıydı ama halkla iç içe yaşadı. Açlık günlerinde karnına taş bağladı, bolluk günlerinde de tevazudan ayrılmadı. Tevazu şahsiyetin tacıdır. Makam şahsiyetin büyümesi için değil, halkın yükünü taşımak içindir.”
Felsefeci öğrenci defterine birkaç satır yazdı.
“Nietzsche’nin sözünü hatırlıyorum. ‘Hayat güç istemidir.’ Ona göre güç, var olmanın anlamıydı. Ama Peygamber’in şahsiyetinde güç, hizmetin aracıydı. Güç, şahsiyetin imtihanıdır. Şahsiyetsiz güç zulme dönüşür, şahsiyetli güç adalete.”
Soba alevlendi. Çayın buharı göğe yükseldi. Masadakilerin gözleri buluştu. Herkes aynı soruyu kendi içine fısıldadı.
“Biz gücü hizmet için mi, yoksa çıkar için mi istiyoruz?”
Yedinci gün
Usta ve çırak
Barakanın kapısı rüzgârla sallandı, içerideki masanın üzerindeki defterlerin sayfaları kıpırdadı.
Gençlerden biri yüksek sesle sordu.
“Usta kim olacak. Bize yol gösterecek, şahsiyet inşa edecek usta nerede?”
Yaşlı adam derin bir nefes aldı.
“Peygamber sahabeyi şahsiyetle yoğurdu. Ebubekir’in sadakati, Ömer’in adaleti, Ali’nin ilmi, Osman’ın hayâsı onun ustalığında şekillendi. Her biri kendi çağında bir usta oldu. Bugünün en büyük yoksulluğu ustaların yokluğudur. Çırak çok, ama usta yok.”
Felsefeci genç ekledi.
“Sokrates ustalıkla sorular sorardı, öğrencilerini düşünmeye çağırırdı. Ama Peygamber ustalıkla şahsiyet inşa etti. Soru da vardı, cevap da vardı, ama asıl olan yaşayarak öğretmekti. Biz bugün ustasız bir nesiliz. O yüzden şahsiyet krizi yaşıyoruz.”
Dindar genç başını önüne eğdi.
“Usta olmadan şahsiyet doğmaz. Ustasız kalan toplum yönsüz kalır. O yüzden Peygamber’in ustalığı sadece dini değil, aynı zamanda insani ve medeni bir mektepti.”
Masada sessizlik oldu. Çayın buharı ağır ağır tavana çıktı. Herkes kendi içinden aynı şeyi düşündü.
“Biz ustasız kaldık!”
Sekizinci gün
İdeolojilerin ötesinde şahsiyet
Barakanın penceresinden dışarı bakıldığında, sokakta kavga eden iki grup göründü. Kimisi slogan atıyor, kimisi karşılık veriyordu. Masadakiler pencereden baktı, sonra yeniden birbirlerine döndüler.
Gençlerden biri konuştu.
“İdeolojiler insanları bölüyor. Şahsiyet ise birleştiriyor. Peygamber bize gösterdi ki şahsiyet ideolojilerden üstündür. Çünkü şahsiyet, dostunun yanlışını reddeder, düşmanının doğrusunu kabul eder.”
Felsefeci öğrenci ekledi.
“Platon devleti filozofların yönetmesini istedi. Ama filozof da yanılabilir. Şahsiyet ise ideolojiden bağımsızdır. Bir insanın şahsiyetli olup olmadığı, hangi görüşe ait olduğuyla değil, yanlış karşısında ne yaptığıyla ölçülür. Peygamber’in en büyük öğretisi buydu.”
Yaşlı adam piposunu yaktı.
“Ben hayatım boyunca çok ideoloji gördüm. Hepsi bir dönem ışıldadı, sonra sönüp gitti. Ama şahsiyet kalıcıdır. Çünkü şahsiyet felsefeden de dinden de önce insanın özüdür. İdeolojiler şahsiyetle beslenirse değerli olur. Şahsiyetsiz ideoloji çürür.”
Masadakiler sustu. Çayın buharı ağır ağır yükseldi. Herkes aynı soruyu düşündü.
“Biz şahsiyetimizi mi savunuyoruz, yoksa ideolojimizi mi?”
Dokuzuncu gün
Geleceğin yol haritası
Barakanın duvarına sabah ışığı vurmuştu. Masada herkesin defterleri açıktı. Konu geleceğe geldi.
Gençlerden biri yazdığı notu sesli okudu.
“Şahsiyetli ustalık dirilmeden şahsiyetli nesiller doğmaz. Şahsiyetli nesiller olmadan da medeniyet kurulmaz.”
Dindar genç söz aldı.
“Eğitimde şahsiyet öğretilmeli. Öğretmen ders anlatan değil, şahsiyet inşa eden olmalı. Ailede anne-baba çocuklarına şahsiyet mirası bırakmalı. Toplumda popüler isimler değil, güvenilir insanlar ön plana çıkarılmalı.”
Felsefeci öğrenci defterine eğildi.
“Siyasette makamın değil, adaletin büyütüldüğü bir dünya lazım. Medyada reytingin değil, hakikatin öne çıkarıldığı bir düzen. Bu yol haritası Peygamber’in şahsiyetinde zaten yazılı. Biz sadece onu yeniden okumalıyız.”
Yaşlı adam derin bir nefes aldı.
“Gelecek şahsiyetle kurulacak. Bilgiyle değil, teknolojiyle değil. Şahsiyet olmadan her şey yıkılır. Şahsiyetle her şey ayağa kalkar.”
Onuncu gün
Barakanın son çayı
Güneş batıyordu. Barakanın küçük penceresinden içeri turuncu bir ışık süzüldü. Sobanın çıtırtısı kesilmiş, çayın buharı havada asılı kalmıştı. Masada son bardaklar yudumlanıyordu. Herkes susuyordu, çünkü söylenecek sözlerin çoğu günlerdir söylenmişti. Şimdi geriye sadece damıtılmış hakikat kalmıştı.
Yaşlı adam piposunu söndürdü, ellerini defterin üzerinde birleştirdi.
“Çocuklar” dedi. “Bu baraka size kitaplardan çok şey öğretti. Güven olmadan şahsiyet olmaz. Adalet olmadan şahsiyet eksik kalır. Merhamet olmadan şahsiyet katılaşır. Tevazu olmadan şahsiyet kibirle kirlenir. Ustasız nesil yönünü kaybeder. Şahsiyetsiz ideoloji çürür.”
Felsefeci genç gözlüğünü çıkardı, masaya bıraktı.
“Şahsiyet güvenle başlar, adaletle yürür, merhametle büyür, tevazuyla tamamlanır. Bu cümleyi defterime yazacağım, çünkü bütün felsefelerden daha ağır bir cümledir.”
Dindar genç derin bir nefes aldı.
“Kaybedilen makam geri alınır, kaybedilen servet yeniden kazanılır. Ama kaybedilen şahsiyet bir daha geri dönmez.”
Bir diğer genç pencereye baktı, turuncu ışığın karardığı ufku seyretti.
“İdeolojiler bizi ayırır. Şahsiyet ise bizi buluşturur. Çünkü şahsiyet, dostunun yanlışını reddeder, düşmanının doğrusunu kabul eder. Peygamber’in bize bıraktığı en büyük miras budur.”
Barakanın içinde sessizlik ağırlaştı. Sobanın külleri bile susmuş gibiydi. O an herkesin zihninde aynı cümle yankılandı.
“Şahsiyet olmadan medeniyet olmaz.”
Ve baraka, o gün kapısını kapatmadı. Çünkü çayın buharıyla birlikte şahsiyetin vasiyeti göğe yükselmiş, dışarıdaki dünyaya doğru yol almıştı.