Halide Edib Adıvar: Ölmesini bekledi!
Bir kadının, bir ülkenin sınır kapılarından değil, kalp duvarlarından içeri girememesi ne demektir? Sürgün sadece vatandan mı olur, yoksa fikirlerinden, hatıralarından, sevdiklerinden ve yarım kalmış cümlelerinden de insanı uzaklaştırır mı? Halide Edib Adıvar, bir milletin küllerinden doğduğu yangında hem sesini hem gövdesini ateşe uzatmış; sonra o ateşin üstüne inşa edilen taş duvarların arasında susturulmuş bir kalemdir. O, yalnızca bir kadın yazar değil, aynı zamanda bir ülkenin kendi vicdanına yabancılaşmasının yaşayan hafızasıdır. Onun Türkiye’ye dönüşü, gümrüklerden geçmekten ibaret değildir; bu bir zaman, bir rejim ve bir adamın gölgesinden geçmeyi beklemekti.
Mustafa Kemal’in ölümü, bir millet için kapanan bir dönem iken, Halide Edib için açılan bir kapıydı. Onun 1939’da Türkiye’ye dönüşü, yalnızca mekân değiştirme değil, tarih karşısında derin bir suskunluğun çözülüşüdür.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, The Turkish Ordeal, London, 1928.
1925’te başlayan sürgün yılları boyunca Paris’te, Londra’da, Cenevre’de bir misafir değil, bir tanıktı o. Gördü, yazdı, sustu. Çünkü yurduna dönecek yol, yalnızca demir yollarından değil, tek adamın ölümünden geçiyordu. Ve bir yazar için en ağır mahkeme, kelimelerini terk ettiği topraklardır.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Memoirs, London, 1926.
1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldığında, eşi Adnan Adıvar’la birlikte yurtdışına çıkan Halide Edib, İzmir Suikastı’nın ardından oluşan baskı ortamında dönmemeyi seçti. Bu karar, ne korkaktı ne de küskünce. Aksine, bir vicdanın kendi kavgasını sükûnetle yürütmesiydi.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib: Türk Modernleşmesinde Bir Kadın, İletişim Yay., 1998.
Çünkü biliyordu ki, vatan yalnızca bayrakla değil, hakikatle de temsil edilir. O yıllarda yazdığı The Turkish Ordeal, Turkey Faces West ve Conflict of East and West in Turkey gibi eserler, Mustafa Kemal rejimini ve Cumhuriyet inkılaplarını doğrudan ve derinlikli bir dille eleştiriyordu.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Conflict of East and West in Turkey, London, 1935.
Fakat bu kitapların hiçbiri Türkiye’de yayımlanmadı. “Sinekli Bakkal” gibi romanları baskıya girerken, asıl susturulan şey bir milletin iç sesiydi.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, The Clown and His Daughter, London, 1935.
Kadın dergilerinin altın çağı diyebileceğimiz Meşrutiyet ve Millî Mücadele yıllarında, Halide Edib yalnızca yazmıyor, aynı zamanda yazının yönünü çiziyordu. 1869’dan itibaren Terakkî-i Muhadderât, Hanımlara Mahsus Gazete, Kadınlar Dünyası gibi kırktan fazla kadın dergisi çıkmıştı.
Kaynak: Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., 1994.
Kaynak: Cihan Aktaş, Tanzimat’tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar, İz Yay., 2005.
Bu dergilerde kadınlar, eğitimden hukuka, dinden siyasete her alanda fikir beyan ediyordu. Halide Edib’in kalemi de o dergilerde şekillendi; halkı, dini, vatanı ve kadını birlikte düşünen bir fikir atlasıydı onun yazıları.
Kaynak: Nazan Bekiroğlu, Halide Edib Üzerine Yazılar, Karakutu Yay., 2006.
Bugünse yüzlerce dergi sayısı içinden bu nitelikte beş tane bile gösterilemez. Çünkü o günün kadın dergileri bilgiyle başlar, fikirle ilerler, sorumlulukla kapanırdı. Bugününse sayfa kenarlarında kırışıklık kremi reklamları, orta yerinde kimliksiz röportajlar var.
Kaynak: Mustafa Arslan, “Modern Kadın Dergilerinde İçerik Analizi”, Kadın ve Medya Dergisi, 2017.
Halide Edib’in dönemindeki kadın yayıncılığı, düşünceyi bir süs değil, bir devrim olarak görüyordu. Ve onun kalemi, işte o derinliğin en parlak hançeriydi.
Türkiye’ye döndüğünde kimse ondan özür dilemedi. Fakat Halide Edib kimseyi mahkûm da etmedi. Çünkü o, bir hesabın değil, bir hatıranın kadınıydı. Üniversitede dersler verdi, romanlar yazdı, hatıralarını yeniden kaleme aldı.
Kaynak: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “Akademide Bir Sürgün: Halide Edib”, Türk Yurdu Dergisi, 2004.
Siyasetten uzak durdu, milletvekilliği tekliflerini geri çevirdi. O bilir, bir kadının kürsüsü meclis değilse de, fikirdeki vakar, hakikatteki sadakattir. Onun duruşu, hiçbir ideolojinin hizasına girmeyen bir kadının yalnız ama onurlu yürüyüşüdür.
Halide Edib Adıvar, Türkiye’ye dönmek için bir adamın ölümünü bekledi. Çünkü o adamın sağlığında yazılacak hiçbir kelime, gölgesiz bir cümle olamazdı.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib, İletişim Yay., 1998.
Bugün onun ismini saygıyla ananlar, onun hangi acıya sessiz kaldığını da hatırlamalıdır. O yalnızca vatanından değil, bir yalanın hüküm sürdüğü düzenden de sürgündü. Ve döndüğünde hâlâ sürgündeydi, çünkü hakikat bazen insanın kendi toprağında bile yer bulamaz.
Sultanahmet’ten Ankara’ya Halide Edib’in destekten direnişe giden yolu
Ankara’ya giden her yol İstanbul’dan geçer ama bazı yollar Sultanahmet Meydanı’ndan sessiz bir çığlıkla başlar. Halide Edib Adıvar’ın siyasal kaderi, bir kürsüde haykırdığı cümlelerle başlar ve başka bir kürsüde susturulmasıyla sonlanır. O, sadece bir kadın sesi değildi; bir milletin yutkunmuş cümlelerini meydanlara döken bir hafızaydı. Ve her hafıza gibi, önce dinlenildi, sonra unutuldu. Onun destekten direnişe giden yolu, bir kalemin yavaş yavaş susması değil, önce gürleşip sonra susturulmasıdır.
1919’un Mayıs ayında, Sultanahmet Meydanı’nı dolduran on binlerce insana seslenen kadın, bir vatanın haysiyetini, işgal altındaki İstanbul’un suskun taşları arasında yankıladı.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, 1962.
“Ey Türk milleti!” diye başlayan konuşması, yalnızca milliyetçi bir hamaset değil, derin bir vicdan çağrısıydı. Kadın bir entelektüelin sesiyle yükselen bu konuşma, halkta bir uyanış değil, aynı zamanda saraya karşı bir ikazdı.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib, İletişim Yay., 1998.
Halide Edib, işgale karşı ilk açık mitingi düzenleyen kadındı. Nutuklarda adı anılmadan geçilen ama kalabalıkların yüreğinde yer etmiş bir sestir o. Aynı yıl Anadolu’ya geçiş kararı alır. Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Ankara’ya gider. Yanında eşi Adnan Adıvar, kalemleri ve yıpranmış cümleleriyle birlikte. Onlar için Anadolu yalnızca bir coğrafya değil, ideallerin son sığınağıdır.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, The Turkish Ordeal, London, 1928.
Ankara’da basın-yayın faaliyetlerinde aktif rol alır, Batı Cephesi’nde görevlendirilir, hastanelerde çalışır, cephede askerle birlikte yaşar. Bazen bir mebus çadırında, bazen sıhhiyeci kılığında, bazen de çocuklar için açtığı kurslarda bulunur. Mustafa Kemal’e duyduğu saygı, bir lidere değil, bir davaya bağlılıktır.
Kaynak: Fatma Aliye Topuz, Kadınlarımız, 1930.
Ancak savaş bittiğinde, inkılaplar başladığında, Halide Edib’in iç sesi ile Ankara’daki sesler birbirine uymamaya başlar. O, halkın özünden kopan inkılapların şekilci, tepeden inmeci karakterini eleştirir. Örtük ama keskin bir vicdan mesafesi kurar.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Turkey Faces West, New Haven, 1930.
Sultanahmet’te halkı uyandıran kadın, artık Çankaya’da susmaya başlar. O suskunluk, korkudan değil; anlamadığı bir devrimin dilini konuşamamasındandır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulurken Halide Edib ve eşi Adnan Adıvar bu harekete destek verirler. Bu destek, Mustafa Kemal’in şahsına değil, onun dışında da bir Türkiye tahayyülüne yöneliktir.
Kaynak: Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, 1967.
Ne var ki, 1925’te Şeyh Said İsyanı’nın ardından Terakkiperver Fırka kapatıldığında Halide Edib, artık bu topraklarda konuşamayacağını anlar. Yazılarını, fikirlerini, hatıralarını toplayarak yola çıkar. O yola düşen, sadece bir kadın değildir; susturulan bir entelektüelin, susturulduğu yerden kendini sürgüne uğurlamasıdır.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib, İletişim Yay., 1998.
Ve işte o anda, destek yerini direnişe bırakır. Bu direniş silahla değil; hatırayla, yazıyla ve suskunlukla yapılır. Halide Edib hiçbir zaman “muhalif” bir siyasetçi olmadı. O, sükûtuyla konuşan bir vicdandı. Onun direnişi, kalabalıkların değil, zamanın göremediği derinliklerin hikâyesidir.
Bugün onun adını taşıyan okullar, kütüphaneler, yollar var. Ama o yollarda yürüyenlerin kaçı, Sultanahmet Meydanı’ndaki o sesi, Ankara’daki suskunluğu, Çankaya’daki uzaklığı fark ediyor? Halide Edib’in destekten direnişe giden yolu, yalnızca bir kadının değil; bir milletin içinden çıkıp tekrar milletin karşısında duran hakikatin yoludur. Bu yol, hâlâ geçilmemiştir.
Kalemle savaşan kadın – The Turkish Ordeal ve susturulan hatıralar
Her savaşın bir cephesi vardır. Kimisi tüfekle, kimisi kalemle, kimisi susarak savaşır. Halide Edib Adıvar için savaş, yalnızca işgale karşı verilen bir direniş değil; aynı zamanda hakikatin tek bir ağızdan konuşmasına karşı kalemle tutulan bir hendekti. “The Turkish Ordeal” adlı kitabı bu hendeklerden biridir. Ve bu kitap, yalnızca bir hatırat değil; resmi tarihle vicdan arasında yazılmış bir sorgulama metnidir.
The Turkish Ordeal, Halide Edib’in 1928 yılında Londra’da İngilizce olarak yayımladığı, Millî Mücadele yıllarındaki gözlemlerini, tanıklıklarını ve kişisel muhasebelerini içeren eseridir.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, The Turkish Ordeal, London, 1928.
Bu kitapta yalnızca düşmana değil, dost bilinene de dair sorgulamalar vardır. Mustafa Kemal’le olan ilişkisi, ona duyduğu başlangıçtaki güven, Ankara’daki entelektüel iklimin yavaş yavaş bir “itaat makinesi”ne dönüşmesi açıkça yazılmıştır.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib, İletişim Yay., 1998.
Halide Edib, bu kitapta hiçbir kelimeyi cilalamaz. Ne zaferi abartır, ne mağlubiyeti örtbas eder. Onun gözünde Anadolu halkı bir maneviyat ordusudur, Batı Cephesi ise sadece bir savaş hattı değil, imanla örülmüş bir sabır yurdudur. Ama aynı zamanda, savaşın sonuna doğru halkın sesinin yerini devletin sesi aldığında, Halide Edib’in cümleleri de sorguya dönüşür.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, The Turkish Ordeal, s. 115–136.
İşte bu nedenle, The Turkish Ordeal uzun yıllar Türkçeye çevrilmedi. Ta ki 1962 yılında, Halide Edib’in ölümünden sadece iki yıl önce, “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adıyla Türkçeye kazandırıldı. Ancak ne acıdır ki, bu çeviri sansürlüydü.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, çev. Vedat Günyol, Can Yay., 1962.
Vedat Günyol’un çevirdiği metin, bazı bölümleri dışarıda bırakarak yayımlandı. Özellikle Mustafa Kemal’e yöneltilen örtük eleştiriler ve otoriterleşmeye dair yorumlar metinden çıkarılmıştı.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, a.g.e., s. 248.
Yani Halide Edib’in yazdığı değil, yazdığı sanılan bir kitap okundu Türkiye’de. Kalemle savaşan kadının cümleleri, yine kalemle budanmıştı. Bu, sadece bir yazara değil, bir millete uygulanan estetik bir sansürdü. Hakikat, biçimi korunarak içeriği boşaltılan bir dekora dönüştürülmüştü.
Benzer biçimde Conflict of East and West in Turkey ve Turkey Faces West adlı eserleri de uzun yıllar boyunca Türkiye’de yayımlanmadı. Bu kitaplarda Halide Edib, Batı karşısında duyduğu hayranlığı değil, Batılılaşmanın halktan kopuk, şekilci ve köksüz hâlini eleştiriyordu.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Turkey Faces West, New Haven, 1930.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Conflict of East and West in Turkey, London, 1935.
Bu kitaplarda yer alan bazı düşünceler -örneğin, Mustafa Kemal’in modernleşmeyi halkın değerlerini küçümseyerek inşa etmesi ya da laikliğin halkı dinsizleştiren bir mühendisliğe dönüşmesi gibi ifadeler- hiçbir zaman ana akım tarih anlatısında yer bulmadı.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Conflict…, s. 211–219.
Bugün bu kitaplar çevrilmiş olsa da, geçmişte neden susturulduklarını bilmeden okunmaları, yazarı suskun bırakmaya devam etmektir.
Halide Edib’in savaş meydanında çamura bulanmış elbiseleri değil, İngilizce yazdığı ve Türkiye’de basılamayan cümleleri onun gerçek mücadelesidir. Onun kalemi sadece işgale değil, unutuşa ve inkâra karşı da çekilmiş bir kılıçtır.
Ve bu kılıç, hâlâ kendi kınına sokulmuş beklemektedir.
Sinekli Bakkal’ın arka sokağı – İslam’la kurduğu sessiz sadakat
Bir kadının kaleminde yankılanan Allah sesi, bazen vaazlardan daha tesirli, bazen suskunluktan daha derindir. Halide Edib Adıvar’ın romanlarında din, sadece bir tema değil, bir tutunma biçimidir. O, laikliğin devrim değil, bir tecrit biçimine dönüştüğü yıllarda, inancı ne bir politika ne de bir gelenek olarak sunar; onu, halkın yüreğinde taşıdığı bir sadakat olarak işler. Sinekli Bakkal’ın arka sokağı işte bu sadakatin izlerini taşır. Görünmezdir ama unutulmaz. Halide Edib’in inançla kurduğu ilişki, yüksek sesli bir bağlılık değil; derin, sessiz, ama köklü bir hürmettir.
1935’te İngilizce olarak The Clown and His Daughter adıyla yayımlanan roman, ertesi yıl Halide Edib’in kendi çevirisiyle Türkçede Sinekli Bakkal adıyla okurla buluştu.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, The Clown and His Daughter, London, 1935.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Sinekli Bakkal, İstanbul, 1936.
Romanda yer alan karakterler, özellikle Rabia, gelenekle modernlik, inançla akıl arasında sıkışmamış, bilakis bu ikiliği birbirine rapteden bir sentezin öznesi olarak yazılmıştır. Rabia, Batı musikisine yatkın ama Kur’an tilavetini hiç bırakmamış bir genç kadındır. Ne tamamen modern, ne mutlak gelenekçi. O, Halide Edib’in tahayyül ettiği “köprü insan” tipinin yansımasıdır.
Kaynak: Nazan Bekiroğlu, Halide Edib Üzerine Yazılar, Karakutu Yay., 2006.
Halide Edib bu romanda dini, ne sadece bir sembol ne de bir folklor unsuru olarak kullanır. Tekke kültürüyle tiyatro sanatı, imamla oyuncu, medreseyle piyano aynı sayfalarda çatışmaz; konuşur. Roman, Cumhuriyet’in inkılaplarıyla taban tabana zıt bir karakter kurgusuna sahiptir. O dönemde kıyafet inkılabıyla sarığın suç, şapkanın meşru sayıldığı bir atmosferde; Halide Edib, sarıklı karakterleri hikmetle, şapkalıları şüpheyle resmeder.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Sinekli Bakkal, s. 127–154.
Çünkü onun için inanç, giyimde değil, sükûtta ve sabırdadır. Sinekli Bakkal semti, dışarıdan görünmeyen ama içeriden hissedilen bir manevî hafızadır. Tekkenin, mahalle imamının ve kadınların birlikte taşıdığı o sade ama derin ahlak, romanın asıl kahramanıdır. Halide Edib burada, İslam’ı kurumsal olarak değil, içselleştirilmiş bir sadakat olarak sunar. Bu yönüyle Sinekli Bakkal, tam anlamıyla Cumhuriyet’in “yeni insan” tasavvuruna sessiz bir itirazdır.
Dikkat çekici olan şudur: Halide Edib, dine yönelik bağlılığını hiçbir zaman politikleştirmemiştir. O, İslam’ı bir partiye, bir hizbe, bir programa indirgememiş; halkın vicdanı ve kültürüyle bütünleşik bir ahlâk kaynağı olarak görmüştür.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib, s. 211–218.
Bu yüzden onun İslam’la kurduğu ilişki, sloganlarla değil; sabırla, sadakatle ve sessizlikle örülüdür. Laikleşen Cumhuriyet rejimiyle arasında oluşan mesafe, doğrudan bir çatışma değil; bir “susarak çekilme” hâlidir. Bu çekilme, bir yenilgi değil; bir hakikati kirletmeme arzusudur.
Halide Edib’in halkla kurduğu bağ da bu sessiz inancın bir uzantısıdır. Ona göre Anadolu insanı, eğitimsiz değil; irfan sahibidir. Birkaç harf öğrenmemiş olabilir ama kalbindeki merhamet, saraydaki kanunlardan daha sahicidir.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Can Yay., 1962.
Bu yüzden Halide Edib’in romanlarında inançsız ama Batılı karakterler genellikle içi boş, kimliksiz ve kibirlidir. Buna karşın, dini bilen ama diplomasız figürler onurlu, dengeli ve derindir. Bu ikili anlatım, onun sadece inancı değil, halkı da korumaya çalıştığını gösterir.
Bugün onu “modern bir kadın yazar” diye tanımlayanlar, bu derinliğe dokunmadan onu vitrinleştirmeye çalışır. Oysa Halide Edib, modernliğe teslim olmuş değil; onunla mücadele etmiş bir akıldır. İslam’la kurduğu sadakat ise onun bu mücadeledeki suskun direnişidir.
Sinekli Bakkal’ın arka sokağında ezan sesleriyle tiyatro replikleri çarpışmaz. Orada bir kadın, iki sesi de taşıyacak kadar güçlüdür. Ve o kadın, kalemiyle dinin istismarını değil, istikametini yazmıştır.
Ne Kemalist ne muktedir – Halide Edib’in arafta kalan vicdanı
Bazı insanlar vardır, ait oldukları yerin yokluğunda daha çok anlam kazanırlar. Halide Edib Adıvar, bir dönemin ötekisi değil, bütün ötekilerin içinde sesi duyulmayan bir ara bölgeydi. Ne resmi ideolojinin katı çizgilerine sığdı ne de ona tepki olarak şekillenen tepkisel kamplara. Bu yüzden her kesim onu sevdiği kadar dışladı; sahiplendiği kadar unuttu. Halide Edib’in hayatı, sadece yazdıklarıyla değil, dahil olmadığı yerlere dâhilmiş gibi gösterilmesiyle debiçimlendi. Onun “arafta kalışı”, duruşsuzluk değil; tam aksine her türlü ideolojik dayatmaya karşı geliştirdiği derin bir sadakatti. O sadakat, yalnızca hakikateydi.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Mustafa Kemal’in yanında yer alması, ona “ilk devrimci kadın aydın” etiketi yapıştırdı. Oysa Halide Edib’in Mustafa Kemal’e duyduğu destek, hiçbir zaman bir fikrî itaate ya da kült benzetmeye dönüşmedi. Millî Mücadele yıllarında onun yanında durdu; çünkü işgal altındaki bir millete ses veren irade oradaydı. Fakat o irade, zaferin ardından halkın sesini kısan bir yapı hâline dönüşünce, Halide Edib de kalemini geri çekti.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, The Turkish Ordeal, London, 1928.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib, İletişim Yay., 1998.
İnkılaplar halka umut olmaktan çıkıp şekle ve korkuya dönüşünce, o da artık o düzenin parçası olmadığını hissetti. Yazılarından bahsedilmedi, hatıralarından satırlar kesildi, adı sadece nutuklarda anılmak üzere arşive kaldırıldı.
Kaynak: Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi, 1989.
Halide Edib’i dışlayan yalnızca rejimin kalemi değildi. Ona yıllar sonra sahip çıkması beklenen fikir çevreleri de onu anlayamadı. Çünkü Halide Edib dinî düşünceyi devletle değil, vicdanla ve ahlâkla kuruyordu. Dine bir yönetim aracı, bir siyasal alan ya da ideolojik hat değil; bir karakter terbiyesi olarak yaklaşıyordu.
Kaynak: Mehmet Kaplan, “Halide Edib’in Romanlarında Dini Unsurlar”, Türk Düşünce Tarihi Mecmuası, 1963.
İnancın parti programlarıyla değil, iç derinlikle kurulması gerektiğine inanıyordu. Bu da onu, dünyevîleşmiş dindarlığın siyasallaşmış dilinden uzaklaştırdı. Sloganla değil, suskunlukla direndi. Bu yüzden o hiçbir zaman bir “cephenin yazarı” olmadı. Onun yeri, cephelerin üstünde değil, arasında kalmış sessizliğin tam ortasıydı.
Kadın hareketi de onu yerleştirecek bir raf bulamadı. Çünkü Halide Edib, Avrupa’dan ithal edilen bireyci ve sınıf merkezli kadın söylemini değil; sadakat, emanet, iffet ve ahlâk merkezli bir kadın tahayyülünü taşıyordu. Bu kadın tipi, ne Batı’nın gözlükleriyle ne de bugünün ajans metinleriyle okunabilir.
Kaynak: Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., 1994.
Halide Edib’in kadınlığı, kamusal görünürlüğün değil, iç direncin tanımıydı. Onun için kadın özgürlüğü, yüksek sesle bağırmak değil; en doğru kelimeyi susarak beklemekti. Bu da onu bugünün kalıplaşmış “kadın imajları” içinde görünmez kıldı.
Bu yüzden Halide Edib, resmî törenlerin, ezberlenmiş marşların ya da kürsüdeki sloganların değil; derin düşüncenin, fısıltılı hakikatin ve unutulmuş sadakatin yazarıydı.
Onun “arafta kalışı”, aslında hakikatin yeriyle ideolojilerin yeri arasındaki o dar geçittir. Herkesin bir yere ait olmak için yarıştığı bir çağda, o ait olmamayı seçti. Bir rejimin parçası değil, bir milletin vicdanı olmak istedi.
Ve bu yüzden Halide Edib, belki de en çok bugünü anlatır. Çünkü bugün de insanlar bir kutba dahil olmadıkça dışlanır. Ama Halide Edib, kutupların değil, hakikatin peşindeydi. Onun hayatı bir cevaptan çok bir soruydu:
“Bir kadın sadece Allah’a ve vicdanına sadık kalarak bu topraklarda yazabilir mi?”
Bir kadına vatan sığmadığında – Akademi, sürgün ve reddi miras
Bazen bir kadın döner; ama dönülen yer, artık onun değildir. Halide Edib Adıvar, 1939’da Türkiye’ye döndüğünde, İstanbul yerindeydi, Boğaz aynıydı, üniversite taşları hâlâ nemliydi. Ama vatan artık onun için bir coğrafya değil, sönmüş bir hatıraydı. Çünkü dönülen şey toprak değilse, yas tutulmamış bir fikirse, orada yaşamak sürgünün sadece yön değiştirmiş hâlidir.
Mustafa Kemal’in 1938’deki vefatının ardından Türkiye’ye dönüş izni çıktı. Halide Edib on dört yıl süren sürgünün ardından geri geldi. Ne zafer kazanmış bir kahraman gibi ne de dövülmüş bir mazlum gibi. O sadece yürüdü. Ve yürürken sustu.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib, İletişim Yay., 1998.
Çünkü onun sürgünü sınır kapılarında değil, düşüncesinin etrafına örülen sessizlik duvarlarında başlamıştı. Yurtdışında yazdığı eserler Türkiye’de ya hiç yayımlanmamıştı ya da sansürlenerek sunulmuştu. Dönmek, sadece eve değil, eksiltilmiş bir tarihe tutunmak anlamına geliyordu.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Turkey Faces West, New Haven, 1930.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Conflict of East and West in Turkey, London, 1935.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı kürsüsünde dersler vermeye başladı. Ama onun kürsüsü, kalabalıklara değil, yalnızlığa kurulmuştu. Ne politikaya karıştı ne ideolojik tartışmalara. Bilirdi ki, fikir artık yalnızca müfredatla sınırlıydı. Kalem, anlamını değil; onayını ispat etmek zorundaydı.
Kaynak: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “Akademide Bir Sürgün: Halide Edib”, Türk Yurdu Dergisi, 2004.
Onun üniversiteye gelişi, cumhuriyetçi müfredatın kadın vitrini olmak için değil, geçmişin gölgelerinde kalan hakikatleri yoklamaktı. Ancak o hakikatin dili değişmişti. Herkes devleti konuşuyordu, ama millet yoktu. Herkes özgürlüğü anlatıyordu, ama fikri değil, şekli seçiyordu.
Milletvekilliği teklifleri aldı. Özellikle 1950’de Demokrat Parti iktidarında, Adnan Menderes tarafından nazikçe davet edildi. Ama o meclise değil, derse gitmeyi seçti. Çünkü Halide Edib için siyaset, insanın şahsiyetini temsile değil, parti çizgisine indiren bir çerçeveydi.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, a.g.e., s. 301–310.
Bu tercihi, bazılarınca pasiflik olarak yorumlandı. Oysa bu, suskun bir duruştan ibaretti. Onun için kürsüdeki bir Shakespeare dizesi, meclisteki alkıştan daha gerçekti. Ve hakikati yalnızca metinlerde aramak, bir tür nefes almaydı.
Ne var ki bu duruş, onun kendi kuşağı tarafından da zamanla unutuldu. Millî Mücadele döneminde birlikte savaştığı isimler, Halide Edib’i bir “romancı kadın” olarak anmaya başladı. Sanki sadece kitap yazmış, hiç ses yükseltmemiş, miting kürsüsünde haykırmamıştı. Oysa 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda halka hitap eden ilk kadındı. Ama 1950’lerde artık bu ses, arşivde bir paragrafa indirgenmişti.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Can Yay., 1962.
Halide Edib’e yapılan şey, sadece suskunlukla sınırlı değildi; bu, bir tür redd-i mirastı. Onun yazdığı yol, başka yazarlar tarafından yürünmemiş; hatta o yol haritadan silinmişti. Herkes kendi ideolojik hattında yürürken, Halide Edib’in sessiz direnişi, yönsüzlükle itham edildi.
Oysa Halide Edib’in akademideki yalnızlığı bir tercihti. O, kürsüyü makam olarak değil, bir sığınak olarak gördü. Öğrencilerine Shakespeare anlatırken aslında insanı anlatıyordu; Jane Eyre’i işlerken aslında Anadolu’daki Rabia’ya selam veriyordu.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, İstanbul Üniversitesi Ders Notları, Arşiv Belgeleri.
Bir kadına vatan sığmadığında, o kadın kendi vatanını iç dünyasında inşa eder. Halide Edib için bu iç dünya; yazıydı, ahlâktı, hafızaydı. Onun için vatan, bir ideolojiden ibaret değildi. Onun için vatan, susturulmamış bir cümleydi.
Ve Halide Edib, bu cümleyi kimsenin bitiremediği bir parantez gibi yaşadı.
Çok konuştu az dinlendi – Halide Edib’e yöneltilen eleştiriler ve yanıtları
Bazen çok konuşanlar hiç dinlenmez. Ses yükseldikçe kulaklar kapanır, cümleler uzadıkça algılar kısalır. Halide Edib Adıvar, kalabalıkların ortasında konuşan ama pek az kişi tarafından duyulan bir sestir. Onun sesi gür değil, derindi; bu yüzden çoğu zaman işitilmedi. O yalnızca devletin değil, halkın da, aydınların da, cemiyetlerin de, partilerin de kulaklarını açmak istemediği bir hakikatti.
Cumhuriyetçi çevreler onu yıllarca “döneklikle” suçladı. Onlara göre Halide Edib, Mustafa Kemal’in yanında başlamış, sonra Ankara’dan kopmuş, Terakkiperver’le yol yürümüş, ardından yurt dışına gitmişti. Bu çizgi, resmî ideoloji için hep şüpheli bulundu. Oysa Halide Edib, hiçbir zaman bir kişinin ya da partinin adamı olmadı. O, halkı için önce destekledi, sonra eleştirdi.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib, İletişim Yay., 1998.
Onun Mustafa Kemal’e olan mesafesi, bir ihanetten değil; bir hayal kırıklığından doğdu. İnandığı değerler, savaşla birlikte büyümüştü ama Cumhuriyetle birlikte birer makyaja dönüştü. Halide Edib’in kalemi de bu makyajın altındaki yüzü göstermek için geriye çekildi.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Turkey Faces West, New Haven, 1930.
Sola mensup çevreler ise onu “elitist”, “aydınlanmacı”, “Osmanlı hayranı” gibi tanımlarla dışladı. Çünkü Halide Edib’in modernleşme anlayışı, Batıcı değil; içe dönüktü. O, halkı aydınlatmak yerine halktan öğrenmeyi önceledi. Bu da onu aydın oligarşisinin dışında tuttu.
Kaynak: Füsun Üstel, İdeal Cumhuriyet İnsanı, İletişim Yay., 2004.
İslamî camiada da Halide Edib’e karşı kararsız bir suskunluk hâkimdi. Kimi zaman “hakikati arayan bir münevver” olarak sahiplenildi; kimi zaman “modernist”, “meşruiyetçi” ya da “medeniyetçi” gibi belirsiz etiketlerle ötekileştirildi. Onun dinle kurduğu ilişki, otorite değil ahlâk, şekil değil ruh üzerinden kuruluydu.
Kaynak: Mehmet Kaplan, “Halide Edib’in Romanlarında Dini Unsurlar”, Türk Düşünce Tarihi Mecmuası, 1963.
Bu da siyasallaşmış dindarlık için fazla belirsiz, fazla felsefî, fazla bireyseldi. Oysa Halide Edib’in inancı gösteri değil sadakatti. Sinekli Bakkal’daki imam karakteri, parti söylemiyle değil; gönül diliyle konuşur.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Sinekli Bakkal, 1936.
Feminist çevreler ise Halide Edib’i hem “öncü” hem de “problemli” buldu. Çünkü onun kadın tahayyülü, Batı merkezli feminist söylemlerle örtüşmüyordu. Halide Edib kadını ne cinsiyet üzerinden tanımlar, ne de mücadeleyi erkekleşerek verir. Kadının iç sesi, onun için dış gürültüden daha kıymetlidir.
Kaynak: Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., 1994.
Bu yüzden Halide Edib, ne posterlere konulacak bir figür ne de eylem manifestolarının giriş cümlesi olabildi. Onun kadınlığı, edebî bir arınma, felsefî bir ahlâk, toplumsal bir denge teklifiydi. Fakat bu teklif, radikal söylemler için fazla ağır, fazla karmaşıktı.
Belki de en çok bu yüzden Halide Edib hep yanlış anlaşıldı. Onun çok konuştuğu sanıldı ama pek az dinlendiği fark edilmedi. Hâlbuki o konuştuğu kadar susmuş, sustuğu kadar yazmış, yazdığı kadar hesap vermiştir. Herkes onu bir yere yerleştirmeye çalıştı; oysa o, yerleşmeye değil, anlamaya çalışıyordu.
Bugün bile onu bir ideolojinin içine yerleştirmek isteyenler çıkıyor. Oysa Halide Edib, bir kavganın değil; bir sorgulamanın yazarıydı. Onun hayatı boyunca sorduğu asıl soru şuydu:
“Bir aydın yalnız kalarak da hakikatin yanında durabilir mi?”
Evet. Halide Edib yalnızdı. Ama bazen hakikatin en kalabalık hâli, tek bir cümlenin yükünde gizlidir.
İstanbul’a dönen sessizlik – Atatürk’ün ardından gelen bir vicdan muhasebesi
Bazı dönüşler vardır ki, onlar bir yurtseverlik değil; bir yutkunuştur. Halide Edib Adıvar 1939’da Türkiye’ye döndüğünde, ülke sessizdi. Ama bu sessizlik doğanın değil, tarihin, devletin ve kalbin üzerini örten bir sükûttu. Mustafa Kemal’in ölümünün ardından yeniden nefes alan bir iklimde, Halide Edib’in adımları İstanbul’a değil, bir hatıraya, bir kırılmaya, bir hesaplaşmaya dönüyordu.
O, Mustafa Kemal hayattayken dönmedi. Dönemedi. Çünkü onun sağlığında konuşmak, hakikatin üstüne gölge düşürecekti. Halide Edib için vatan bir toprak değilse, o hâlde bir zaman, bir yüz, bir yön olabilir miydi?
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, Halide Edib, İletişim Yay., 1998.
Mustafa Kemal, Halide Edib’in gözünde bir lider değil, bir ihtimaldi. O ihtimal, Sultanahmet Meydanı’nda halkın yüreğine dokunan bir ateşti; ama aynı ihtimal, zaferden sonra halkın ağzını kapatan bir disipline dönüştü. Halide Edib, o disipline karşı haykırmadı; sadece çekildi.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, The Turkish Ordeal, London, 1928.
Yurt dışındayken yazdığı kitaplar Türkiye’de bastırılmadı. Turkey Faces West, Conflict of East and West in Turkey, Inside India… Her biri sadece Batı’yı değil, Cumhuriyet’in “Batılaşma taklidini” de sorguluyordu.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Conflict of East and West in Turkey, London, 1935.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, Inside India, London, 1937.
Bu kitaplar, onun Atatürk devrimiyle arasına koyduğu düşünsel mesafenin belgeleridir. Ama bu mesafe, bir düşmanlık değil, bir hakikat arayışıdır. Çünkü Halide Edib bir başkaldırıcı değil; bir hatırlatıcıdır. Sessizliğiyle bağırır, suskunluğuyla anlatır.
1939’da döndüğünde, hiçbir tören yapılmadı. Hiçbir açıklama yapılmadı. Basın birkaç küçük haber dışında ses çıkarmadı. Çünkü bu dönüş, yalnızca bir şahsın değil; bastırılmış bir fikrin, inkâr edilmiş bir hatıranın dönüşüydü.
Kaynak: Ayşe Durakbaşa, a.g.e., s. 312–318.
İstanbul Üniversitesi’nde ders vermeye başladı. Shakespeare, Shelley, Blake anlattı. Ama aslında yalnızca İngiliz edebiyatı değil; kaybedilmiş bir nezaketi, unutulmuş bir dili, terk edilmiş bir vicdanı da öğrencilerine aktarıyordu.
Kaynak: Halide Edib Adıvar, İstanbul Üniversitesi Ders Notları, Arşiv Belgeleri.
Siyasete girmedi. Milletvekilliğini reddetti. Herkes onun suskunluğunu saygıya yordu. Oysa o saygı değil, hesaplaşıyordu. Çünkü dönülen vatan aynıydı belki; ama temsil ettiği değerler, artık yerini bulamıyordu.
Kaynak: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “Akademide Bir Sürgün: Halide Edib”, Türk Yurdu Dergisi, 2004.
Halide Edib’in dönüşü, bir bağışlama değil; bir şahitliğin tamamlanmasıydı. Susturulduğu döneme rağmen, o geri döndü. Çünkü bu topraklara küsmek, halkı terk etmekti. O halkı terk etmedi, ama halkın dilinden konuşamayan devletle arasına kalın bir suskunluk koydu.
Bu suskunluk, geçmişin değil; geleceğin karşısında bir duruştur. Onun sessizliği, yalnızca kırgın bir hatıra değil; bir medeniyetin kaybettiği sesi bekleyen sabırlı bir kalbin dışavurumudur.
Bir ülkeye dönmek için bir adamın ölümünü bekleyen kadın, geri döndüğünde ne zafer ilan etti ne de sitem etti. Sadece yürüdü. Ve arkasından konuşanlara değil, susarak duyanlara bir cümle bıraktı:
“Ben döndüm, ama hâlâ uzaklardayım.”
Bir Kimliğin Bütünleştirilemeyen Kırıkları – Halide Edib Üzerinden Modernliğin Vicdan Muhasebesi
Bazı insanlar, ait olamadıkları fikirlerin içinde büyür; seslerini yankılayacak bir boşluk bulamayınca sustukları zannedilir. Oysa sustukları yer, çoğu zaman en yüksek sözün yankılandığı derinliktir. Halide Edib Adıvar, sustuğu yerin yazarlarındandı. Kalabalıkların alkışladığı bir ideolojinin değil, kendi iç sesinin mürekkebini taşıdı kaleminde. Bu da onu hem cumhuriyetçi, hem İslamcı, hem feminist, hem muhalif tanımlamalarının ötesine taşır. Çünkü Halide Edib, bütün bu sıfatları reddetmese bile, hiçbirini tam olarak benimsemedi. O, eksik tanımların keskin cümlelerini değil, eksikliğin kendisini bir bilgelik biçimine dönüştüren bir yazgıyı seçti.
Modernleşme, Halide Edib’in yazgısına doğrudan çizgi çekti. Osmanlı’nın çözülmekte olan ideolojik gövdesinden sıyrılan kadın tahayyülünü, Cumhuriyet’in homojenleştiren erkek aklına karşı savunmaya çalıştı. Ama onun kadını ne Batı’nın bireyci feminizmine sığdı, ne de Doğu’nun geleneksel itaatine. Onun kadını, bir ‘arada kalmışlık’ değil, bilakis bir ‘arada direnen’ şahsiyetti. Bu, “sınırda düşünme” halidir; bir varoluş çilesi, Kierkegaard’ın kaygı kavramına yaklaşan bir metafizik yalnızlıktır.
Halide Edib’in Mustafa Kemal’le başlayan yürüyüşü, bir siyasî dostluktan çok, bir tarihî ihtimalin peşine düşmektir. Ama o ihtimal, zaferle birlikte ideolojik bir otoriteye dönüştüğünde, Halide Edib çekildi. Çünkü sadakat, bir şahsa değil, o şahsın temsil ettiğini sandığın ilkeye duyulur. Atatürk’ün ölümünü bir kapı aralığı gibi gören Halide Edib’in Türkiye’ye dönüşü, aslında geçmişle yüzleşmenin değil; geçmişe hakkını teslim etmenin bir biçimidir. Çünkü o, modernliğin kurucu figürleriyle hesaplaşırken bile onları düşmanlaştırmadan yazmayı bildi. Bu, ‘ötekini şeytanlaştırmadan eleştirme’ erdemidir ki, günümüzde bile bu dengeyi koruyabilen mütefekkir neredeyse yoktur.
Sosyolojik olarak Halide Edib, bir geçiş kuşağının kişiselleşmiş hafızasıdır. Ne bütünüyle bir Osmanlı hanımefendisidir ne de tam manasıyla Cumhuriyet kadını. O, bu iki ucun arasında hafızayı ve sadakati korumaya çalışan ‘yaralı bir bellek’tir. Ulus-devletin inşa ettiği yeni kadın prototipi içinde yeri yoktur, çünkü onun kadınlığı sadece görünmekle ilgili değildir; anlamak, sabretmek ve dönüştürmekle ilgilidir. Modernliğin kadınlara vaat ettiği kamusal alan, Halide Edib’in sezgilerine göre, derinlikten çok temsil dayatmaktadır. Bu temsil, Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramıyla açıklanabilir: Kadın, fikirlerinden çok görsel bir varlığa indirgenir. Halide Edib, buna karşılık kadının derin düşüncesini bir edebî örgüyle sahaya taşımıştır.
Halide Edib’in akademiye çekilişi, bir nevi bilgece inzivadır. Üniversite onun için sadece bir kürsü değil, aynı zamanda “kamusal gürültüye karşı korunmuş bir sığınak”tır. Burada Sartrevari bir özgürlükten çok, Heidegger’in “sessiz dinleme” hâli vardır. Akademi, onun için bir söylem üretme değil, anlamı koruma mahallidir. Ne var ki Türkiye’nin ideolojik hafızası, bu tür sessiz muhafızları kolayca unutur.
Bugün hâlâ Halide Edib’i bir ideolojiye ait kılmaya çalışanlar, onun metinlerindeki özgünlüğü değil; kendi kavgasına paydaş arar. Oysa Halide Edib bir düşünce değil, bir ahlâk problemidir. Çünkü sadakatin, düşünceyle değil; şahsiyetle kurulabileceğini öğretir bize. Modernliğin ve Cumhuriyetin inşa ettiği yeni kimlik biçimlerine karşı, Halide Edib’in kendisi bir söz değil; bir soru gibi durur:
“Bir kimlik, bir devlete sığmazsa, o kimlik vatansız mıdır; yoksa vatan mı kimliksizleşmiştir?”
Bu soruya cevap aranırken, onu sadece bir romancı ya da tarihî figür olarak değil; içsel bir imkân olarak düşünmeliyiz. Çünkü Halide Edib hâlâ tamamlanmamış bir cümledir. Yazıya dönüşmüş bir çile, susturulmuş bir ihtimal, unutulmuş bir sadakattir.
Ve belki de bu yüzden, onu anlamak değil; onunla birlikte yeniden düşünmek gerekir.
Aynı Dergide Yazan Kadınlar
Fikirleri ayrı, yazgıları ortak olanların kardeşliği
Birbirinden farklı düşüncelere sahip kadınların aynı dergilerde yazabildiği bir medeniyet hayal edebiliyor musunuz? O hayal, Osmanlı’nın çöküş yıllarında, henüz Cumhuriyet’in ulus inşası başlamamışken yaşandı. Düşünceler karşıt, inançlar çeşitlilik arz ederken; bu kadınlar, bir dergide buluşmayı, birlikte düşünmeyi ve aynı kelimenin gölgesinde susmayı bildiler. Çünkü onların derdi, kimliklerini ideolojilere teslim etmek değil, kadını insan olarak var kılmaktı.
Fatma Aliye, bir İslamcı olarak kadının iradesini Kur’anî bağlamda savunuyordu. Emine Semiyye, pozitivizmin aydınlanmacı kalemlerinden biri olarak kadınların eğitilmesini ilmî bir zaruret olarak sunuyordu. Halide Edib, Türkçülük, Osmanlıcılık ve kısmen Batıcı bir çizgiyi birleştirerek kadınlık bilincini millî bir karaktere büründürüyordu. Nuriye Ulviye Mevlan, daha sonra feminist söylemle anılacak cüretkâr bir çizgide kadınların hukukunu açıkça talep ediyordu. Fakat işte bu kadınlar, birbirini dışlamadı. Yazılarında isim belirtmeden birbirlerini eleştirdiler belki, ama aynı dergiyi kirletmeden sürdürebildiler.
Bu bir “fikir kardeşliği” değil; vicdan ortaklığıydı. Çünkü her biri kendi rengini muhafaza ederken, diğerinin varlığına da alan tanıyordu. Oysa bugünün dergileri, kadınları görünür kılmak için değil; tüketime sunmak için biçimlendiriyor. Estetik, fikrin yerine; imaj, şahsiyetin yerine geçiyor. Oysa Mehâsin, Demet, Kadınlar Dünyası gibi dergiler, kadınların yüzüne değil, kelimelerine bakıyordu.
İşte bu dergilerde doğan kadın dayanışması, modern feminizmin kimlikçi ve ayrıştırıcı çizgisinden farklıdır. Çünkü burada merkezde “hak değil, şahsiyet” vardır. Bu şahsiyet, yalnızca hak talep eden bir varlık değil; hakikati kuşanmaya çalışan bir bilinçtir. Ve bu bilinç, farklı düşünceleri düşmanlık saymayan bir irfanla beslenir.
Kadınlar o dönem aynı dergide yazmakla kalmadılar; birbirlerinin cenazesinde hazır oldular, hastalığında ziyaret ettiler, kitaplarının takdimine katıldılar, yazılarında isim vermeden fikirlerini tartıştılar ama saygı çemberinden dışarı çıkmadılar. Çünkü o dönemki kadın yazarlık, bir sınıf değil, bir sorumluluk biçimiydi.
Bugün o dergilerin sayısı az. Fikri olan kadın dergisi neredeyse yok denecek kadar az. Oysa Mehâsin yalnızca kadınlara dair değil, toplumun yeniden inşasına dair metinlerle doluydu. Kadınlar Dünyası yalnızca kadın haberleri değil, felsefe ve estetik üzerinden tartışmalar yürütüyordu. Şimdi ise fikir üretmeye çalışan kadın, popüler kültür karşısında yalnızlaştırılmış durumda. Çünkü yeni dergiler, “kadın”ı yalnızca görünür kılınması gereken bir imajolarak sunuyor, söz sahibi kılınması gereken bir özne olarak değil.
Halide Edib ve onunla aynı çağda yazmış kadınlar, sadece yazmadı. Birbirlerini çoğaltarak yazdılar. Aralarında düşünce farklılıkları vardı elbette ama bu farklılıklar, onları karşıt kutuplara değil; aynı vicdanın farklı cephelerine yerleştirdi.
Belki de en çok bu yüzden, yeniden sormalıyız:
Fikirler ayrıldığında, dostluk da sona mı erer?
Yoksa asıl dostluk, farklı fikirlerdeki insanları da taşıyabilecek bir yürek genişliği midir?
Osmanlı kadın dergileri, bu soruya tarihten gelen bir cevap gibidir.
“Biz ayrılmadık, çünkü derdimiz birdi: Kadının insanlığı.”
Zoraki Dostluklar
Karabekir ve Halide Edib Arasında Düşünsel Bir Mesafe
Tarih bazen, birbiriyle hiçbir zaman aynı masaya oturmayacak iki kişiyi aynı yürüyüşte yan yana düşürebilir. Aynı istikamete değil, aynı kırgınlığa yönelen bir yürüyüş bu. Halide Edib ile Kazım Karabekir’in siyasal yakınlığı, düşünsel birliktelik değil, tarihî yalnızlıklarının geçici bir dayanışmasıdır. Bu yakınlık, karşıtlıkların birbirini yadsıyamadığı, daha doğrusu birbirine karşı olan öfkelerini aynı cepheye yönelttiği bir zoraki dostluk örneğidir. İki isim de Mustafa Kemal’in giderek merkezileşen otoriterliğine karşı pozisyon alır; ancak biri bunu kelimelerin zarafetiyle, diğeri askerî disiplinin dişlileri arasında yapar. Halide Edib düşünürken acı çeker, Karabekir düşünmeden savaşır.
Halide Edib’in yazın dünyası, kimlik üzerinden yapılan inşa çabalarının, kadınlık bilincinin, Doğu-Batı çatışmasının, ümmet ve ulus kavramları arasındaki gelgitlerin üst katmanlarında örülmüştür. Kalemiyle yalnızdır. Eşinin siyasi geçmişi, onun mücadele sahasında yer almasına kolaylık sağlamış olabilir; ancak asıl mücadele onun kalemindedir. Bu nedenle Karabekir gibi kişilerle aynı çatı altında görünmesi, onunla aynı fikri zemini paylaştığı anlamına gelmez. Karabekir’in hatıralarında kadın bir yazarın entelektüel mevcudiyetine dair neredeyse hiçbir zarif dokunuş yoktur; onun anlatısında Halide Edib bir isim olarak vardır ama özne olarak değil. Halide Edib’in ise Karabekir’e mesafesi belirgindir; ne onun askerî diline sığınır ne de onun muhalefetini kutsar.
Bu çarpıklık, aslında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın da bir tür trajedisidir. Farklı fikirler, ortak bir dışlanmışlıkla bir araya gelmiş; ama hiçbir zaman ortak bir gelecek tahayyülünde buluşamamıştır. Halide Edib için siyaset bir edebî tasarımdır; ulusu yalnızca yönetilecek değil, aynı zamanda estetik olarak da biçimlenecek bir varlık olarak görür. Karabekir ise siyaseti bir tür cephe gerisindeki emir-komuta zinciri gibi kavrar. Aralarındaki esas mesafe, işte bu “insanı kavrama biçimi”nde yatar. Halide Edib’in kaleminde birey bir ruhtur; Karabekir’in gözünde birey bir askerdir.
Karabekir’in hatıratlarında, başkalarını yargılayan, hatta kendi muhalifliğini meşrulaştırmak için başkalarının zaaflarını ifşa eden bir üslup hakimdir. Onun muhalefeti çoğu zaman içsel bir özgürlük arayışından değil, dışsal bir öfkenin dışavurumundan ibarettir. Halide Edib ise kırıldığı yerden konuşur. Yazdığı her satırda hem kendini hem muhatabını inşa etmeye çalışan bir ses vardır. O yüzden Halide Edib’in Karabekir’le aynı blokta görünmesi, aslında kendi yalnızlığını perdelemek için seçilmiş tarihsel bir konaklama gibi durur. Edebiyatı, asla Karabekir’in çizdiği haritanın sınırlarına sığmaz.
Zamanla bu yakınlığın bir dayanışmadan çok bir tahammül ilişkisi olduğu anlaşılır. Halide Edib, Karabekir’e hak verir ama onu örnek almaz. O bir “örnek” değil, bir “örneklemedir”. Tarihin bir anında aynı fotoğraf karesine girerler, ama kadrajlar farklıdır. Biri zihinle hatırlar, diğeri emirle konuşur. Ve bu fark, yalnızca iki kişiyi değil, iki farklı cumhuriyet tahayyülünü karşı karşıya getirir.