1. YAZARLAR

  2. Doğan Hisar

  3. İttihatçıların Masonik Finans Haritası
Doğan Hisar

Doğan Hisar

Yazarın Tüm Yazıları >

İttihatçıların Masonik Finans Haritası

A+A-

Bir imparatorluk, yalnızca savaş meydanlarında değil, görünmeyen masalarda, mürekkebi gizli anlaşmalarla ıslanan kalemlerin ucunda kaybedilir. Osmanlı Devleti, toprağını kaybetmeden önce zihnini, hâkimiyetini yitirdi. Bu yitirişin merkezinde ise sadece askeri hatalar ya da siyasi gafletler değil, iç içe geçmiş bir yapı vardı: Adını cemiyet koymuş, ruhunu mabede adamış, kasasını görünür görünmez ağlarla örmüş bir yapı… İttihat ve Terakki.

 

Bu yazı dizisi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yalnızca siyasi bir örgüt değil, derin bir finansal ve ideolojik yapı olduğunu belgelemektedir. Her yazı, bu cemiyetin Mason localarıyla kurduğu bağları, yerli ve yabancı fonlarla nasıl beslendiğini, halkın sadakasından devletin hazinesine kadar uzanan bir sömürü hattı oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Tarih burada yalnızca olayların değil, paranın ve bağlılığın da izini sürmektedir.

 

İlk yazı, cemiyetin Mason localarıyla kurduğu yapısal ortaklığı gözler önüne sererken, ardından gelen metinler Osmanlı topraklarında “gizli” olanın nasıl “resmî” hâle geldiğini, devlet kasasından çıkan her paranın, bir ideolojinin taşlarına nasıl dönüştüğünü göstermektedir. Bu yazılarda, Bankerlerin işlediği günahlar, Hariciye’nin boşaltılan kasası, Maarif’in ideolojik eğilimi, sadaka kutularının bilinçli yağması, saraya yapılan baskınların arka planı ve en nihayetinde mabedin gölgesinde şekillenen bir devletin trajik hikâyesi anlatılır.

 

Bu metinler, yalnızca geçmişi değil, bugünü de anlamaya yarayan aynalardır. Çünkü bugün hâlâ bazı yapılar, görünürde siyasî, perde arkasında ideolojik, temelde ise finansaldır. Ve bu yapılar, milletin adını kullanarak milletin ruhunu ipotek altına alırlar.

 

Tarih, çoğu zaman galiplerin değil, yazmaya cesaret edenlerin vicdanında yeniden kurulur. Elinizdeki dosya, işte o cesareti taşıyan bir hafıza teşebbüsüdür. Her satırıyla, “kimdi bu cemiyet?” sorusunu değil, “neden bu kadar uzun sustuk?” sorusunu sordurmak içindir.

 

 

Sürgünle Kurulan Kasalar

 

Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı, yalnızca toprak kayıplarının, savaşların ya da iç isyanların tarihi değildir. Bu yüzyıl, aynı zamanda milletin en mahrem kodlarının, inançlarının, sadakat ve sultan anlayışının parça parça çözülerek, devletin ruhuna nüfuz etmiş gizli yapılarca kuşatıldığı yüzyıldır. İşte bu yüzyılın en tartışmalı yapı taşlarından biri olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, yüzeyde bir modernleşme hareketi gibi görünse de derinlikte bir tasfiye aracına dönüşmüş, en büyük gücünü de yurtdışındaki karanlık ittifaklardan almıştır. Bu ilk yazıda, özellikle mason locaları üzerinden sağlanan desteklerin izini sürecek, bir cemiyetin hangi eller tarafından ve neden beslendiğini tarihî belgeler, hatıratlar ve felsefi çözümlemeler eşliğinde değerlendireceğiz.

 

Paris’ten Selanik’e Giden Hat

1890’ların sonu… Osmanlı Devleti, Berlin Antlaşması’nın travmasını henüz üzerinden atamamış, içte Jön Türk muhalefetiyle, dışta ise emperyal bloklarla baş etmeye çalışırken, bir grup genç subay, tıbbiyeli, hukukçu ve münevver, Paris’te, Cenevre’de, Londra’da toplanmaya başlar. Bu gençler, padişahı ve mutlak monarşiyi hedef almışlardır. Ancak hedef alınan yalnızca bir idare biçimi değil, devleti ayakta tutan geleneksel hafızanın tamamıdır. Kurulmakta olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çekirdeği, işte bu sürgün topraklarında, yabancı istihbaratların gözetiminde filizlenir. Ahmed Rıza Bey’in 1895’te Paris’te çıkardığı Meşveret gazetesi, Jön Türk muhalefetinin sesi olurken, aynı zamanda Avrupa’daki çeşitli mason localarıyla da doğrudan bağlantı kurar. Fransız Büyük Doğu Mason Locası (Grand Orient de France), Osmanlı’dan kaçan bu genç beyinlere yalnızca fikir değil, fon da sağlar. Grand Orient arşivlerinde yer alan 1894 tarihli belgelerde, Osmanlı’dan gelen muhalif unsurlara “entelektüel ve lojistik destek verildiği” belirtilir (Archives du Grand Orient, Paris, Dosya No: 94/B, 1894). Bu destek, yalnızca kitap ve matbaa masraflarıyla sınırlı değildir. Selanik’te kurulan ilk hücrelerin finanse edilmesi, silah ve kuryelerin Avrupa’dan Anadolu’ya aktarımı gibi doğrudan operasyonel faaliyetler de bu yapılar üzerinden gerçekleştirilir. İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Emmanuel Carasso’nun da mason olması tesadüf değildir. Carasso, yalnızca İttihatçıların değil, aynı zamanda dönemin banker ve tüccar sınıfının da temsilcisidir. Yani sermaye ve fikir, bu yapıda aynı tabakta buluşmuştur.

 

Masonluk ve Devlet Tasfiyesi

Masonluk, 18. yüzyıldan itibaren özellikle Katolik-dışı ülkelerde bir tür “aydınlanma cemiyeti” olarak kurgulansa da Osmanlı coğrafyasında çok daha derin ve yıkıcı bir rol üstlenmiştir. Şerif Mardin’in ifadesiyle, Osmanlı’da masonluk “klasik ulema aklının dışlandığı bir düşünsel yeniden üretim laboratuvarıdır” (Mardin, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri, s. 118). Ancak burada üretilen “düşünce” yalnızca pozitivizm ya da modern hukuk değildir. Üretilen şey, aynı zamanda millî hafızanın tasfiyesi, İslâmî siyasal aklın dışlanması ve Batı’ya biat eden bir yönetici sınıf inşasıdır. İttihatçılar, mason localarını sadece bir arka plan değil, bizzat varoluş zemini olarak kullanmıştır. 1907’de Selanik’te düzenlenen ve Emmanuel Carasso, Talat Bey, Niyazi Bey gibi isimlerin katıldığı Makedonya Masonik Kongresi’nde alınan kararlar, İttihat ve Terakki’nin silahlı eylemlerini hızlandırmasına vesile olmuş; ordu içindeki hücrelerin finansmanı da bu yapıdan sağlanmıştır (Paul Dumont, “Freemasonry in the Late Ottoman Empire”, European Review of History, 2004).

 

Osmanlıyı Kurtarmak mı Yok Etmek mi

Burada şu soruyu sormak gerekir. İttihat ve Terakki Cemiyeti gerçekten Osmanlı’yı kurtarmak için mi kurulmuştur, yoksa Osmanlı’yı içeriden yıkmak üzere kurgulanmış bir aparata mı dönüşmüştür? Bu sorunun yanıtı yalnızca tarihî olaylarda değil, olaylara yön veren aktörlerin aidiyetlerinde gizlidir. Cemiyetin önde gelen isimlerinin büyük çoğunluğu ya mason ya da mason localarına yakın bireylerdir. Ahmed Rıza, Mehmed Cavid, Carasso, Talat Paşa ve hatta Enver Paşa’nın dolaylı masonik bağları, bu hareketin ideolojik olarak millî değil, Batıcı bir tasavvurun ürünü olduğunu gösterir. Ayrıca bu yapıların ana hedeflerinden biri de hilafetin siyasî otoritesini zayıflatmak ve dinin siyasetteki rolünü tasfiye etmektir. Nitekim Meşrutiyet’in ilanından sonra, medrese kapatmalar, dinî vakıfların denetim altına alınması ve şeyhülislamlığın itibarsızlaştırılması süreci de tam bu döneme denk gelir.

 

Yabancılaşmanın Sosyolojik Zeminleri

Şimdi şu soruyu da sormak gerekir. Toplum bu yapıyı neden bağrına bastı? Cevap basit değildir. Osmanlı toplumunun ulema halk devlet üçgeninde oluşan tarihî denge, 19. yüzyılda Batı’nın silahı, sanayisi ve bürokrasisi karşısında çözülmeye başlamıştı. Halk, gelenekten beslenen ulema yerine Batı’da okumuş, Fransızca bilen, takım elbiseli gençleri “umut” olarak görmeye başlamıştı. Oysa bu gençler Batı’nın sadece ilmini değil, aynı zamanda emperyal projelerini de kendi zihinlerine kazımışlardı. Cemiyetin halkta bulduğu karşılık, aslında halkın kendi hafızasına yabancılaşmasının trajik bir sonucudur.

 

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluş ve yükseliş döneminde mason localarından aldığı destek, bu yapının Osmanlı’ya ait değil, Osmanlı üzerinde tasarrufta bulunmak isteyen odaklara ait olduğunu göstermektedir. Cemiyetin kullandığı dil, yürüttüğü reformlar, ittifak kurduğu yapılar, finansal kaynakları ve nihayetinde neden olduğu parçalanma süreci onun bir kurtarıcı değil, bir çökertici olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. Osmanlı’nın yalnızca toprakları değil, ruhu da bu dönemde yağmalanmıştır.

 

 

Bir Liman Gibi Açılan Kapı

 

Osmanlı’nın çöküşünde bir merkez vardı ki yalnızca tüccarların, bankerlerin ya da yolcuların değil, fikirlerin, ihtilallerin ve ihanetlerin de uğrak limanıydı: Selanik. Bu şehir, Balkanların kozmopolit mayasında yoğrulmuş, her inancın, her ırkın, her istihbaratın buluştuğu bir vitrindi. Ancak bu vitrin, yalnızca ticaretin değil, tarihsel kırılmanın da sahnesi oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin asıl yatağının burada filizlenmesi tesadüf değil, planlanmış bir organizasyonun sonucuydu. Bu yazıda Selanik’teki dönme sermayenin ve Yahudi tüccar sınıfının İttihat ve Terakki’ye sağladığı desteği, yalnızca parasal bir katkı değil, bir ideolojik dönüşümün aracı olarak okuyacağız. Çünkü bu destekle yalnızca cepler değil, fikirler de şekillenmiştir.

 

Dönmelerin Şehri

Selanik, 17. yüzyılda Sabetay Sevi’nin Osmanlı’ya sığınışıyla birlikte farklı bir kimliğe bürünmüş, binlerce Yahudi mühtedi bu şehirde İslam kisvesi altında yeni bir cemaat oluşturmuştu. Bu yapı, zamanla kendine özgü bir sınıf yarattı. Ne tam Müslüman, ne de açıkça Yahudi olan bu topluluk, devletin dinî hiyerarşisinden dışlanmış, fakat ticarî zekâsı ve Batı’yla olan bağlantılarıyla ciddi bir ekonomik güç hâline gelmişti. İttihat ve Terakki’nin doğduğu ev, işte bu ekonomik ve sosyolojik zemin üzerinde inşa edilmiştir. Cemiyetin Selanik şubesinde görev alan isimlerin birçoğu ya dönme ailelere mensuptur ya da bu sınıfla sıkı ilişki içindedir. Emanuel Carasso bu bağın somut yüzüdür. Yahudi kökenli bir dönme olan Carasso, yalnızca masonlukta değil, mali piyasada da nüfuz sahibidir. İtalyan uyruklu bankerlerle, Fransız sigorta şirketleriyle, Avusturya bağlantılı tüccarlarla içli dışlıdır. Bu ilişkiler, Cemiyet’in silahlanma, propaganda, suikast ve teşkilatlanma gibi operasyonel ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılacak kaynakları oluşturur.

 

Sermaye, İdeolojiyle Buluştuğunda

Carasso’nun temsil ettiği sınıf yalnızca para temin etmedi. Cemiyetin Batılı, laik ve pozitivist ideolojisinin de taşıyıcısıydı. Selanik’teki İttihatçı basın, bu dönme sermayeyle ayakta tutuldu. Şura-yı Ümmet, Tanin gibi gazetelerin matbaa masraflarının büyük bölümü bu zümreden sağlanan kaynaklarla karşılandı. Burada sermaye bir ideolojinin taşıyıcısıdır. Bu, basit bir patronaj ilişkisi değil, bir zihniyet ortaklığıdır. Talat Paşa’nın Carasso’ya olan yakınlığı ve onun aracılığıyla mason locasına girişi, bu ittifakın yalnızca maddi değil, aynı zamanda zihinsel bir bütünlük arz ettiğini gösterir. Bu bütünlükte İslamcılık yoktur. Milliyetçilik, Batıcılık ve pozitivizm vardır. Osmanlı’nın çok katmanlı yapısında hilafeti merkeze alan kadim düzenin tasfiyesi, bu zihin haritası olmadan mümkün olmazdı.

 

Ticaretin Değil, Tasfiyenin Ortaklığı

Selanikli dönme tüccarlar, yalnızca savaş yıllarında İttihatçılar’ı desteklemediler. Meşrutiyet ilan edilmeden önce bile, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kasası bu gruplar tarafından dolduruluyordu. Cemiyetin silahlı kanadına silah temin eden, subaylara rüşvet verilmesine aracılık eden, gazetelere reklam vererek sansürden koruyan bu sınıf, kelimenin tam anlamıyla bir vesayet mekanizması kurmuştu. Dönemin hatıratlarında bu konuda birçok ipucu bulunur. Özellikle Hüseyin Cahit Yalçın’ın anılarında, Tanin gazetesinin ilan gelirlerinin çoğunun bu çevreden geldiği belirtilir (Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, s. 143).

 

Bir Cemiyetin Ticaretle Tımarı

Bu mali ilişki biçimi zamanla bir tımar sistemine dönüşür. Devletin eski sipahileri nasıl toprak ve ganimet karşılığında iktidara bağlıysa, İttihatçılar da dönme sermaye tarafından fonlanmak karşılığında ideolojik bağlılık gösterir. Bu bağlılık, reform adı altında yapılan her hamlede kendini gösterir. Mahkemelerin sekülerleştirilmesinden, ulemanın etkisinin azaltılmasına, kadın-erkek eşitliğini savunan broşürlerin basımına kadar, birçok fikir ve icraat bu sermayenin desteklediği yayın organlarında meşrulaştırılır.

 

İttihat ve Terakki’nin tarih sahnesindeki varlığı, yalnızca bir ideolojinin değil, bir sınıfın da iktidar yürüyüşüdür. Bu sınıf, Osmanlı’nın içinde doğmuş ama Osmanlı’nın değerleriyle barışık olmamış bir sınıftır. Dönmelerin eliyle güçlenen bu cemiyet, devleti dönüştürmek için değil, tasfiye etmek için örgütlenmiştir. Sorgulanması gereken artık yalnızca şu değildir: Cemiyet ne yaptı? Aynı zamanda şunu da sormalıyız: Cemiyetin kim tarafından yapıldığı neye mal oldu?

 

 

Soygunu Meşrulaştıran İnkılap

 

Tarihin bazı anları vardır ki, kelimeler sussa da silahlar konuşur. Bazı inkılaplar vardır ki, hukuk yerine hırsızlıkla, meşruiyet yerine gasp ve tehdit ile yazılır. İttihat ve Terakki Cemiyeti, yalnızca kalemle değil, tabancayla da kuruldu. Cemiyetin kurucu aklı, mason localarında biçimlenirken, kasası da çoğu zaman silahlı eylemlerle dolduruldu. Posta arabaları, kaymakamlık kasaları, devletin taşıdığı evrak ve para çuvalları; Cemiyetin “inkılap fedailerince” hedef alındı. Bu yazıda, İttihat ve Terakki’nin gayrimeşru finans kaynaklarının başında gelen gasp ve soygun eylemlerini, bu eylemlerin nasıl kutsandığını, hangi hatıratlara geçtiğini ve nasıl sistematikleştirildiğini ortaya koyacağız. Çünkü bu, yalnızca birkaç silahlı adamın yaptığı “eylem” değil, doğrudan bir yapının ideolojik finansman politikasıdır.

 

Fedailerin Paraya Dönüştüğü Dönem

İttihat ve Terakki’nin 1905–1908 arasındaki faaliyetlerinde dikkat çeken en önemli unsur, silahlı kanadın hem siyasî hem iktisadî bir araç olarak kullanılmasıdır. Cemiyet, yalnızca fikir beyan eden bir topluluk değil, aynı zamanda hedef gözeten bir örgüttür. Bu örgüt, devletin kasasına değil, Cemiyetin kasasına çalışır. Posta arabaları silahlı militanlarca basılır, içindeki evraklar kadar paralar da Cemiyet adına alınır. Bu eylemler, dönemin resmi makamlarınca “terör” olarak değerlendirilse de, Cemiyet içi literatürde “inkılabın kutsal gelirleri” olarak adlandırılır.

 

Kazım Karabekir’in Hatıralarında Soygun

Bu türden eylemlerin en çarpıcısı, Kazım Karabekir Paşa’nın hatıratında açık biçimde yer alır. Karabekir, gençlik yıllarında Cemiyet faaliyetleriyle tanıştığını anlatırken şu satırlara yer verir:

 

“Bir gece vakti, kaymakamlık kasasının soyulduğu haberini aldım. Kasanın anahtarı yoktu, kilidi patlatılmıştı. Ertesi sabah halk arasında, Cemiyetin ihtiyaçları için bu paranın alınması gerektiği söylenmeye başlandı. Askerî birlik içinden bazı subayların bunu bildiğini ama ses çıkarmadığını fark ettim.”

(Kazım Karabekir, İttihat ve Terakki Nasıl Doğdu, s. 84)

 

Burada dikkat çekici olan, suikast ya da gaspın değil, “sessiz kalmanın” Cemiyet içinde bir erdem sayılmasıdır. Yani yalnızca el silah tutmaz, göz de kapanır, kulak da sağır olur. Bu eylemler Cemiyetin içinde normalleştirilmiş, gerekirse itiraz eden subaylar “terbiye” edilmiştir.

 

Devrimin Vergisi

İttihatçılar bu soygunlara birer meşruiyet kılıfı uydurmuştur. Fedailer, devrim vergisi topladıklarını, aldıkları paranın yine halkın selameti için kullanılacağını ileri sürmüştür. Gerçekte ise bu paralarla silah alınmış, yurt dışına kaçan İttihatçılara ulaşım sağlanmış, yayınlar basılmış ve suikastlarda kullanılacak planlar finanse edilmiştir. 1907 yılında Manastır’da gerçekleşen büyük posta soygunu, bunun açık bir örneğidir. Posta arabasında taşınan 130 bin kuruşluk resmi ödenek, Cemiyet militanlarınca ele geçirilmiş, bu paranın izine bir daha rastlanmamıştır. Olayın araştırma raporları, Selanik’teki Cemiyet karargâhında rafa kaldırılmıştır.

(Bkz. Ali Güler, İttihat ve Terakki’nin Kuruluşu ve Masonluk, s. 174)

 

Fedailik ve Suikastin Sistematiği

Cemiyetin “Merkez-i Umumî” kararıyla kurulan fedai birliği, yalnızca suikastla değil, finans sağlama görevleriyle de ilgilenmiştir. Fedailer, yerel eşrafı, bürokratları, gazetecileri tehdit ederek “bağış” toplamıştır. Bu bağışlar kayıt altına alınmaz, bir tür devrim haracı gibi toplanırdı. Cemiyetin ilk üyelerinden biri olan Hüseyin Raci Bey’in anılarında, şu çarpıcı cümle yer alır:

 

“Bazı tüccarları gece yarısı evinden aldırır, Cemiyetin menfaatine bağışta bulunmaları sağlanırdı. Bunun adı bağıştı ama ödemeyenler sabaha çıkamazdı.”

(Hüseyin Raci, Hatıralar, s. 67)

 

Bir Finansal Ahlâksızlığın Meşruiyeti

İttihat ve Terakki, bu tür eylemleri “devrim için gerekli fedakârlık” olarak yansıtarak kendi iç dünyasında meşrulaştırmıştır. Ne var ki bu meşruiyet, toplum vicdanında karşılık bulmamış, özellikle ulema ve esnaf sınıfı arasında ciddi bir tepkiye yol açmıştır. Bu yüzden Cemiyet, Meşrutiyet sonrası birçok şehirde halkla karşı karşıya gelmiş, birçok müftü ve kanaat önderi bu tür gayrimeşru uygulamaları lanetlemiştir.

 

Soygunun, gaspın, tehdidin meşruiyetle buluştuğu bu tarih, yalnızca bir cemiyetin karanlık yönünü değil, aynı zamanda Osmanlı’nın nasıl bir örgüt mantığıyla içerden çözüldüğünü de göstermektedir. Devleti ayakta tutan hiyerarşi, artık para ve korkuya dayanıyordu. Padişahın yerine gelen “cemiyet”, şeffaflık yerine perdeyi, hukuk yerine silahı, hak yerine zorbalığı tercih etmişti.

 

 

Ermeni Haritasında Dolaşan Paralar

 

Osmanlı’nın son yüzyılında aidiyet ve sadakat haritaları, yalnızca sınırlarla değil, paranın dolaşımıyla da çizildi. Bir yandan İttihat ve Terakki Cemiyeti “devleti kurtarmak” iddiasındaydı, diğer yandan bu kurtuluş için kurduğu mali ittifaklar, milletin bekasını değil, milletin çözülmesini besliyordu. Bu yazı, Cemiyetin Ermeni lobileri ve Taşnak terör örgütüyle girdiği paradoksal ilişkileri, bu ilişkilerin hangi çıkar zemini üzerinde yürütüldüğünü, kime ne kadar alan açıldığını, kime neyin peşkeş çekildiğini belge ve tanıklıklarla inceleyecek. Çünkü devletin çözülüş haritasında, bu finansal iş birliklerinin çizdiği izler hâlâ kan gibidir.

 

Taşnaklarla Aynı Masada

1890’ların sonundan itibaren Osmanlı topraklarında Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) örgütünün terör faaliyetleri artmış, özellikle Doğu vilayetlerinde isyanlar körüklenmişti. Buna rağmen 1907 yılında Cenevre’de, İttihat ve Terakki Cemiyeti temsilcileri ile Taşnak örgütünün yöneticileri arasında resmî bir “anlaşma” imzalanmıştır. Bu anlaşmada, her iki taraf da ortak düşman olarak II. Abdülhamid’i hedef almış, Meşrutiyet’in ilanı ve hilafetin yetkisizleştirilmesi sürecinde birlikte çalışacaklarını taahhüt etmiştir. Bu belge, yalnızca bir siyasi mutabakat değil, aynı zamanda bir finansal iş birliğinin de temelini atmıştır. Çünkü Taşnaklar, Avrupa’daki Ermeni diasporası üzerinden ciddi bir para trafiğini kontrol etmekteydi. Bu paralar, İttihatçı basın organlarının desteklenmesinde, suikastların finansmanında ve silah temininde kullanıldı.

 

“Bağış” Adı Altında Geri Dönüşler

Meşrutiyet ilan edildikten sonra, Taşnaklarla yapılan anlaşmanın “dostluk” kısmı uygulamaya geçti. Cemiyet, bu örgüte bağlı şahıslara imtiyazlar tanıdı. Ermeni tüccarlara vergi kolaylıkları sağlandı, bazı vilayetlerde valilik ve mutasarrıflık görevleri bu çevrelere yakın isimlere verildi. Aynı dönemde Cemiyet kasasına giren “bağışlar”ın önemli kısmının Beyrut, Marsilya ve Londra’daki Ermeni bankerler aracılığıyla aktarıldığına dair Osmanlı arşiv belgeleri mevcuttur (BOA, DH.ŞFR, 124/98). Örneğin 1908 yılında Selanik’teki İttihat ve Terakki Kulübü’ne yapılan 40 bin altın franklık bağışın, Paris’teki bir Ermeni bankası olan “Banque Arménienne” üzerinden havale edildiği, dönemin Osmanlı istihbarat raporlarına da geçmiştir.

 

Karabekir’in Sitemi

Kazım Karabekir, hatıratında bu çelişkiye açıkça işaret eder. Doğu cephesinde Ermeni çeteleriyle savaşırken, aynı Cemiyetin onlarla daha önce masa kurmuş olmasına öfkesini şu sözlerle dile getirir:

 

“Ben Allah için savaştım, devlet için çarpıştım. Oysa bizim İstanbul’daki büyükler, Ermenilerle daha evvelden anlaşmışlar, şimdi susuyorlar. Bazı paşalar, bu ihaneti inkılap zekâsı sanıyor.”

(Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 114)

 

Bu itiraf, yalnızca askerî değil, ahlâkî bir kopuşun da resmidir. Çünkü Karabekir’in yürüttüğü mücadele, Cemiyetin önceden attığı imzalarla sabote edilmiştir.

 

Ermeni Haritasında Finansal Güzergâh

Taşnakların Batı’daki temsilcileri, yalnızca kendi davaları için değil, İttihatçıların Batılı imaj inşasında da rol almıştır. Özellikle Londra’daki “Ermeni Yardım Cemiyeti” (Armenian Benevolent Association), İttihatçı yayınların İngilizceye çevrilmesini ve Avrupa basınında tanıtılmasını üstlenmiştir. Bu çeviri faaliyetlerinin finanse edilmesi, Taşnaklara doğrudan propaganda alanı kazandırmıştır. Böylece Batı kamuoyunda, “demokratik reformcular” olarak tanıtılan İttihatçılar ile “mazlum Hristiyanlar” olarak sunulan Ermeniler aynı kampanya içinde yer almıştır. Bu ortaklık, hilafeti hedef alan enternasyonal bir ittifakın parçalarıdır.

 

Bir Ahlâk ve Hafıza Kaybı

İttihat ve Terakki, bu iş birlikleriyle yalnızca devleti değil, milletin birlikte yaşama ahlâkını da zedelemiştir. Çünkü tarih, yalnızca ne yapıldığıyla değil, kiminle yapıldığıyla da hatırlanır. Bugün hâlâ Anadolu’da bazı aileler, Meşrutiyet sonrası gasp edilen topraklarını, yakılan köylerini, suskun bırakılan suikastları hatırlar. Bu hafıza, inkılabın parayla satın aldığı dostlukların ne kadar pahalıya mal olduğunu anlatır.

 

Bir cemiyetin finans kaynakları, onun ahlâkını da gösterir. Ermeni lobileriyle yapılan mali ittifak, bu hareketin ne kadar pragmatik ve aynı zamanda ne kadar ilkesiz olduğunu ortaya koymuştur. Bu yazının başında çizdiğimiz harita, artık yalnızca coğrafi değildir. Vicdanın, sadakatin ve ihanete tahammülün haritasıdır.

 

 

Alman Kasalarında Kayıtlı İttifak

 

İttifaklar yalnızca masalarda kurulmaz, bazen banka kasalarının karanlığında yazılır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dış destek kaynakları denildiğinde akla ilk gelen ülkelerden biri Almanya’dır. Ancak bu ittifak, yalnızca siyasî bir yönelimi ya da askerî bir dayanışmayı değil, doğrudan ekonomik vesayeti ve sermaye aktarımını da içerir. Bu yazıda, Alman sermayesinin Osmanlı iç işlerine nasıl nüfuz ettiğini, İttihat ve Terakki ile Berlin arasında kurulan parasal ilişki ağını, bu ilişkinin hem ekonomik hem ideolojik sonuçlarını kaynaklarla açığa çıkaracağız. Çünkü bazı savaşlar cephenin değil, kasanın kararıyla başlar.

 

Deutsche Bank ve Demiryolu Sözleşmeleri

Almanların Osmanlı üzerindeki ekonomik etkisi, Bağdat Demiryolu imtiyazıyla başlar. Bu proje sadece bir ulaşım planı değil, aynı zamanda Almanya’nın Osmanlı toprakları üzerindeki ekonomik tahakkümünün sembolüdür. 1899’da Deutsche Bank’ın başını çektiği konsorsiyum, Anadolu Demiryolu Şirketi’nin imtiyazını alır. Bu imtiyaz, yalnızca ray döşeme hakkı değil, aynı zamanda güzergâh üzerindeki maden arama ve işletme yetkisini de içerir. Yani toprak altı zenginlikler, rayların üstüyle birlikte Almanya’ya peşkeş çekilir. Bu anlaşmaların mimarlarından biri olan Parvus Efendi (Alexander Helphand), hem bir Yahudi sosyalisttir hem de Alman istihbaratının Osmanlı’daki uzantısıdır. Parvus, aynı zamanda İttihatçılara finansman sağlayan gizli isimlerden biridir.

 

İttihatçı Paşaların Berlin Günlükleri

Enver Paşa’nın Berlin ziyaretleri, bu ekonomik bağımlılığın somutlaşmış hâlidir. Alman arşivlerinde yer alan belgelerde, Enver Paşa’nın 1914’te Berlin’de bulunduğu sırada Deutsche Bank yöneticileriyle özel görüşmeler yaptığı kayıtlıdır (Deutsches Bundesarchiv, R901/3445). Bu görüşmelerde Almanya’nın Osmanlı ordusuna silah ve cephane yardımı yapması karşılığında yeni maden imtiyazları ve gümrük kolaylıkları talep edilmiştir. Osmanlı ordusu “modernize” edilmek istenirken, bu modernizasyonun faturası Türk halkının sırtına bindirilmiştir. Ayrıca Enver Paşa’nın banka aracılığıyla özel hesap açtığı, Almanya’da yatırımı olan İttihatçı paşaların sayısının hiç de az olmadığı, Berlin’deki mali kayıtlarla sabittir.

 

Masonik Bağlantılar ve Alman Locası

Alman İttihatçılığı, yalnızca bir devlet ilişkisi değildir. Berlin’deki “Zur Einigkeit” adlı mason locası, İttihatçı subaylar ve Alman bürokratlar arasında bir bağ kurmuştur. Bu loca, hem kültürel propagandanın hem de gizli diplomatik görüşmelerin yapıldığı bir merkezdir. Talat Paşa’nın Almanya büyükelçisi olarak görev yaptığı dönemde bu loca ile ilişkisi, dönemin Alman diplomatlarının mektuplarında açıkça ifade edilir (Hildebrand, German Diplomacy and the East, s. 212). Bu bağ, Almanya’nın Osmanlı’da yalnızca askerî değil, ideolojik bir dönüşüme de sponsor olduğunu gösterir.

 

Yıldız Sarayı’ndan Harbiye’ye Akan Kasalar

II. Abdülhamid döneminde Almanya ile kurulan denge siyaseti, İttihat ve Terakki iktidarında mutlak bağımlılığa dönüşmüştür. Padişah, Almanlarla ticari ilişkiyi devletin çıkarı için kullanırken, İttihatçılar bu ilişkiyi bir tür taşeronluk bağına dönüştürmüş, kararları Alman danışmanlara ve bankerlerine havale etmiştir. Özellikle 1913–1918 arası dönemde Harbiye Nezareti’nin mali raporlarında Alman kredilerinin baskınlığı, bu vesayetin boyutunu ortaya koyar. Almanlar yalnızca silah değil, müfredat da göndermiştir. Subaylar Alman sistemine göre eğitilmiş, mektepler Alman disipliniyle şekillenmiştir. Böylece hem ordu hem akıl teslim alınmıştır.

 

İttihat ve Terakki’nin Almanya ile kurduğu ittifak, millî iradenin değil, kasaya bağlı siyasetin ürünüdür. Bu ilişkide bir taraf savaş makinesi üretmiş, diğer taraf kendi halkının alın terini, madenlerini, topraklarını bu makineye bağlamıştır. Ve sonunda hem devlet dağılmış, hem de Almanya yenilmiştir. Ancak bu mağlubiyetin faturası yalnızca İttihatçılara değil, bütün bir millete kesilmiştir.

 

 

Yıldız Sarayının Yağmalanması ve Paylaşılamayan Hazine

 

Bir milletin sarayı, yalnızca tahtın değil, hafızanın da evidir. O sarayın her köşesi, milletin acısıyla, duasıyla, direnişiyle yoğrulmuştur. Ama bazen saraylar fethedilmez, basılır. Bazen mülkü korumak için değil, paylaşmak için kapılar kırılır. 31 Mart Vakası sonrası tahttan indirilen Sultan Abdülhamid’in Yıldız Sarayı, işte böyle bir akıbetle karşılaştı. Bu yazı, Yıldız Sarayı’nın nasıl yağmalandığını, İttihat ve Terakki’nin bu yağmaya nasıl öncülük ettiğini, Kazım Karabekir’in hatıralarında bu olaya nasıl yer verdiğini, Enver Paşa’nın neden beklemeyi emrettiğini ve bu bekleyişin arkasındaki talan stratejisini sorguluyor. Çünkü bazen suskunluk, bir suç ortaklığının parolasıdır.

 

Sarayın Kapısında Askerî Hiyerarşi

31 Mart 1909’da yaşanan isyan bastırıldıktan sonra, İttihat ve Terakki’nin silahlı kanadı olan Hareket Ordusu İstanbul’a girdi. Başında Mahmud Şevket Paşa vardı. Ancak Yıldız Sarayı’na yönelik harekâtın başında, genç ama etkili bir subay dikkat çeker: Kazım Karabekir. Karabekir hatıratında bu süreci şu ifadelerle aktarır:

 

“Sarayın dış karakolunu teslim aldık. İçeriye girmeden önce Enver Bey’den haber beklemem gerektiği emredildi. Saray benim emrimdeydi ama girmemem isteniyordu.”

(Karabekir, Hayatım, s. 201)

 

Bu cümle, yalnızca bir askerî emir silsilesini değil, aynı zamanda bir yağma stratejisinin hazırlığını ima eder. Çünkü içerideki hazine, belgeler, mücevherler, eserler ve kayıtlar, paylaşılması gereken bir ganimet gibi algılanmıştır.

 

Bekleme Emri ve Sahiplenme Planı

Enver Bey, yani sonradan Paşa olacak Enver, Kazım Karabekir’e sarayın kontrolünü aldırmış ama içeri giriş iznini geciktirmiştir. Karabekir, bu bekleyiş sırasında saray çevresinde biriken silahlı sivillerden, İttihatçı fedailerden, içeriye girmeye çalışan “yetkililerden” ve adeta ganimet kokusu alan kalabalıktan bahseder. Enver’in bu bekleyişi, sarayı kendi adamlarıyla paylaşmak, içeri ilk giren olmak ve “tarihi zaferin” sembolik meyvesini kendi eliyle toplamak istemesidir. Karabekir bunu açıkça yazmaz, ama satır aralarında hayıflanır:

 

“İçeriye ilk giren ben olmalıydım. Kumanda bendeydi. Ama emir gelmeden bir adım atmadım. Emir geldiğinde saray çoktan içeri girilmiş gibiydi.”

(Karabekir, s. 202)

 

Yağma ve Sükûtun Talanı

Yıldız Sarayı, padişahın şahsî eşyaları, hilafete ait kutsal emanetler, diplomatik belgeler, Arap ve Fars hattıyla yazılmış paha biçilmez yazmalar, padişahın ilmî notları, günlükleri ve özel kütüphanesiyle birlikte yağmalandı. Bazıları açıkça satıldı, bazıları yok edildi, bazıları ise Enver ve Talat’ın koleksiyonlarında “kayda geçmeden” kayboldu. En değerli yazma eserlerin bir kısmı Paris’e, bir kısmı Berlin’e gönderildi.

Bu yağma sadece fizikî değil, kültürel bir soykırımdır. Devletin hafızası, padişahın mahremiyeti, milletin estetik mirası bir cemiyetin iştahına kurban edilmiştir.

 

Karabekir’in Suskunluğu ve Sonradan Gelişen Vicdan

Kazım Karabekir’in bu süreçteki rolü, bir sorgulama konusudur. Sarayın başında bekleyen bir subayın, yağmaya karışmadan beklemesi bir onur göstergesi gibi sunulsa da, bu bekleyişin Enver tarafından manipüle edildiğini ve Karabekir’in de buna ses çıkarmadığını görmek gerekir. Çünkü bazen emir almak, suça ortak olmak demektir. Karabekir’in sonradan bu süreci anlatırken yaşadığı iç burukluk, bir tür vicdanın gecikmiş feryadıdır.

 

Sarayın Yağması, Hilafetin Yaralanmasıdır

Yıldız Sarayı yalnızca bir iktidar mekânı değil, hilafetin kalbiydi. O sarayda, Kudüs’e gönderilen fermanlar yazılırdı. Mekke ve Medine’ye halifelik mührü buradan giderdi. Dolayısıyla bu yağma, yalnızca bir hükümdarı devirmek değil, ümmetin iradesini talan etmektir. İttihat ve Terakki, işte bu talanı “devrim” diye pazarlamıştır.

 

Yıldız Sarayı’nın yağması, bir rejim değişikliğinden çok, bir karakter değişikliğidir. Devleti yüceltenler değil, devleti ganimet bilenler iktidara gelmiştir. Bu yazı, yalnızca geçmişin utancını değil, bugünün hafıza eksikliğini de hatırlatmak içindir. Çünkü hâlâ bazı arşivler susar, bazı belgeler konuşmaz, bazı suçlar Enver’in bekleme emrinde donmuş kalır.

 

 

Hariciye Kasasından Jön Türk Cebine

 

Bir devletin dışişleri, yalnızca diplomatik yazışmaların yapıldığı bir kurum değildir. Aynı zamanda kasanın, itibarin, istihbaratın ve devlet aklının koordinasyon merkezidir. Osmanlı Hariciye Nezareti, yüzyıllar boyunca bu çok yönlü rolü üstlenmişken, İttihat ve Terakki’nin yükselişiyle birlikte bu yapı içten içe çözülmeye başlamış, kasa ise adeta bir cemiyetin ceplerine doğru boşaltılmıştır. Bu yazı, Hariciye kasasından Cemiyetin iç kadrolarına nasıl fon aktarıldığını, bu fonların yurt dışı temaslarda nasıl kullanıldığını ve devletin imkânlarının nasıl bir ideolojik örgütün hizmetine verildiğini kaynaklarıyla birlikte ele alacaktır. Çünkü bazen diplomasi kılıfıyla yürütülen işler, aslında ideolojik finansman operasyonudur.

 

Diplomatik Misyonlar Cemiyet Bürolarına Dönüştü

1908 sonrası dönemde Osmanlı’nın Avrupa’daki birçok elçilik binası, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin propaganda ve istihbarat üslerine dönüştü. Berlin, Paris, Londra ve Viyana elçiliklerinde çalışan bazı görevliler, resmi diplomatik temsilci olmaktan çok, Cemiyetin yurtdışı kuryeleri ve para taşıyıcılarıydı. Özellikle Paris büyükelçiliği, bu dönemde “resmî görünüm altında gayrîresmî para trafiğini” yürüten merkez hâline geldi. Hariciye’nin elçiliklere gönderdiği temsil ödenekleri, Cemiyet yayınlarının basımı, yurtdışındaki muhalif isimlerin satın alınması, basın organlarının finanse edilmesi gibi kalemlerde kullanıldı. Bu harcamaların çoğu Hariciye defterlerinde ya hiç kayıtlı değildir ya da “sır ödeneği” başlığı altında gizlenmiştir.

 

Mehmet Cavit Bey ve Para Transferleri

Maliye Nazırı Mehmet Cavit Bey, Hariciye ile cemiyet arasında köprü görevi gören isimlerden biridir. Dönemin İngiltere büyükelçiliği kayıtlarında, Cavit Bey’in Londra’da bulunan Yahudi bankerlerle görüşmeler yaptığı, bu görüşmelerin bazı dönemlerde Osmanlı hariciye bütçesinden karşılandığı belgelenmiştir (UK Foreign Office Archives, FO 371/952). Cavit Bey, hem masondu hem de Selanik merkezli Jön Türk grubunun mali koordinatörlerinden biriydi. Bu konumunu kullanarak devletin resmî kasasını, gayrîresmî finansman hattına dönüştürmüş, adeta devlet hazinesiyle bir cemiyet beslenmiştir.

 

İttihatçı Diplomatların “Görevi Dışında” Faaliyetleri

Hariciye tarafından gönderilen bazı diplomatlar, bulundukları ülkelerde sadece diplomatik temas değil, ajanlık ve provokasyon faaliyetleri yürütmüşlerdir. Paris’te görev yapan İttihatçı genç diplomat Refik Halit (sonradan Karay), hatıratında elçilik binasının hem bir propaganda matbaası hem de muhbirlerin toplandığı merkez gibi kullanıldığını yazar. Bu faaliyetler için gereken para ise elçilik ödeneklerinden karşılanmış, yani doğrudan Hariciye bütçesinden Cemiyet operasyonlarına aktarılmıştır.

 

“Devletin kasasından çıkan para, Cemiyetin cebine girmekteydi. Ve bu herkesçe malûm bir aleniyet kazanmıştı.”

(Refik Halit Karay, Minelbab İlelmihrab, s. 135)

 

Banka Hesapları ve Diplomatik Dokunulmazlık Zırhı

Yurt dışındaki banka hesaplarının birçoğu, elçilik görevlilerinin üzerine açılmıştı. Bu hesaplar, hem bağış adı altında gelen gizli yardımları saklamak hem de Osmanlı’dan çıkan fonları yurt dışında Cemiyet faaliyetlerine yönlendirmek için kullanıldı. Diplomatların dokunulmazlığı sayesinde bu transferler sorgulanamadı. Paris’teki Société Générale bankasında açılmış bazı hesaplar, daha sonra Talat Paşa’nın Berlin’deki temasları sırasında da kullanıldı (Bismarck Arşivleri, Dosya 27/B).

 

Osmanlı Hariciye Nezareti, bir dönem milletin vakarını ve devletin aklını temsil eden bir kurumsal yapı iken, İttihat ve Terakki döneminde bu ağırlığını yitirmiş, kasası ve itibarı bir cemiyetin ideolojik hesaplarına hizmet eder hâle gelmiştir. Bugün geriye kalan ise, bir zamanlar dünya dengelerinde söz sahibi olan diplomatik temsilciliğin, nasıl bir cemiyet memurluğuna indirgenebileceğinin ibretlik tablosudur. Çünkü kasaların boşaltılması yalnızca hazineyi değil, haysiyeti de yoksullaştırır.

 

 

Mektepten Mabede Giden Para

 

Bir cemiyetin ideolojik zaferi, sadece sokakta değil; okul sıralarında, ders kitaplarında, laboratuvarlarda ve kürsülerde kurulur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidar yürüyüşü, yalnızca siyaset meydanında değil; eğitimin, öğretimin, vakıfların ve ilmî kurumların da kontrolünü ele geçirerek pekiştirilmiştir. Ama bu hâkimiyet yalnızca fikirle değil, aynı zamanda parayla sağlanmıştır. Bu yazı, Osmanlı eğitim sisteminin nasıl İttihatçı kadroların finansmanına açıldığını, maarif bütçesinden hangi ideolojik yapılanmaların beslendiğini ve bir mektepten bir mabede –yani masonik hedeflere– doğru nasıl kaynak aktarıldığını açığa çıkaracaktır. Çünkü eğitimi sadece müfredat sananlar, bütçeyi gözetmezler.

 

Maarif Nezareti ve Cemiyet Kadrolaşması

1908 sonrası dönemde Maarif Nezareti, hızla İttihatçı kadroların denetimine girdi. Özellikle Selanik’ten gelen öğretmenler, müfettişler, darülfünun hocaları, Maarif meclislerine yerleştirildi. Bu kadrolar yalnızca ideolojik yönlendirme yapmakla kalmadı, aynı zamanda Maarif bütçesinden “tahsisli ödenekler” alarak hem kendi matbu organlarını, hem de çeşitli masonik karakterli dernekleri beslemeye başladılar. Maarif’in kırtasiye ve yayın kalemleri üzerinden yapılan aktarımlar, sözde ilmî toplantılar ve sözde öğrenci bursları adı altında Cemiyet üyelerine yönlendirildi.

 

Darülfünun ve Lokal Ağı

İstanbul Darülfünunu, bu sürecin en önemli merkezlerinden biriydi. İttihatçı hocalar, mason localarıyla eşgüdüm içinde çalışıyor, bazı konferanslar açıkça locaların toplantılarına paralel gündemlerle düzenleniyordu. Darülfünun hocalarından bazıları aynı zamanda Talat Paşa’nın özel davetiyle yurt dışına gönderiliyor, döndüklerinde masonik birer ideolog gibi hareket ediyorlardı. Maarif Nezareti, bu görevlendirmeleri burs gibi göstererek finanse etti. Bütçe defterlerinde bu kalemler “Maarif Nezareti tarafından yurtdışında eğitim alacak uzmanlar” şeklinde geçse de, çoğu geri döndüğünde mason locası azası olarak eğitim hayatına devam etti. Bu durum, 1913 Maarif Bütçesi Defteri’nde şu ifadeyle özetlenmişti:

 

“Maarif yalnızca maarif değildir, terbiye-i içtimaî ve idare-i fikriye içindir.”

(Maarif Salnamesi, 1331)

 

Mektepli İstihbarat ve Cemiyet Memurluğu

Bazı öğretmenler, İttihat ve Terakki’nin doğrudan istihbarat kuryesi gibi çalıştı. Anadolu’daki eğitim müfettişlerinin bazıları, yalnızca teftiş için değil, aynı zamanda Cemiyet muhaliflerini fişlemek için gönderildi. Bu görevlendirmelerin tüm masrafları Maarif’ten karşılandı. Böylece devletin eğitim fonu, Cemiyetin kontrol mekanizmasına dönüştü. Bu süreci bizzat yaşayan dönemin öğretmeni Ahmed Refik Bey, hatıratında şöyle yazar:

 

“Öğretmen olarak gittiğimiz yerde yalnızca ders değil, kimin hangi düşüncede olduğunu da rapor etmemiz istenirdi.”

(Ahmed Refik, Cemiyet Defterleri, s. 89)

 

Masonik Okul Dernekleri ve Finansal Dolanım

Darülfünun çatısı altında kurulan bazı öğrenci derneklerinin mason localarıyla ilişkisi açıktır. Bu derneklerin masrafları Maarif üzerinden, burs adı altında aktarılan fonlarla yürütülmüştür. Özellikle “Terakki ve Maarif Cemiyeti” adını taşıyan ve Talat Paşa’nın doğrudan desteklediği bu yapılanma, hem burs hem gezi ödeneği alarak Paris ve Londra’daki localarla irtibat kurmuştur. Bu ödeneklerin karşılığında yerli basında yurt dışı raporları yayınlanmış, kamuoyuna “Avrupa’daki ilim seviyesinin Osmanlı’ya transferi” gibi sunulmuştur. Oysa gerçekte bu seyahatler, genç İttihatçı kadroların masonik eğitimlerle temas kurma programlarıydı.

 

Eğitim sisteminin bütçesi, yalnızca okul masrafı değildir. O bütçede kimlerin beslendiği, hangi fikirlerin fonlandığı, hangi cemiyetlerin güçlendiği saklıdır. Mektepten mabede akan para, yalnızca bir devletin değil, bir milletin istikbalinin ipotek altına alınmasıdır. İttihat ve Terakki, sadece Harbiye’de değil, Maarif’te de bir masonik hâkimiyet kurmuştur. Ve en büyük istila, önce zihniyet üzerinden gerçekleştirilmiştir.

 

 

Sadaka Kutusundan Sermaye Biriktiren Cemiyet

 

Bir cemiyetin finansmanı bazen banka kasalarından değil, sadaka kutularından beslenir. Görünürde hayır için toplanan paralar, arka planda ideolojik bir teşkilatın kasasına dönüşebilir. İttihat ve Terakki Cemiyeti, yalnızca büyük sermaye çevrelerinden değil, halkın duygularından da gelir üretmeyi bilmiştir. Bu yazı, Cemiyetin halkın yardımlaşma duygularını nasıl örgütsel finansmana çevirdiğini, bazı vakıfları nasıl manipüle ettiğini ve “sadaka” ile “sermaye” arasındaki sınırın nasıl silindiğini sorguluyor. Çünkü en tehlikeli finans kaynağı, sorgusuz teslim edilen yardımlardır.

 

Hayır Cemiyetlerinin Cemiyetle Bütünleşmesi

1909 sonrası dönemde kurulan veya yeniden organize edilen pek çok hayır cemiyeti, İttihat ve Terakki’nin dolaylı kontrolüne girmiştir. Hilal-i Ahmer Cemiyeti (bugünkü Kızılay), Darülaceze-i Osmanî Cemiyeti, Çocuk Esirgeme Kurumu gibi yapılar, görünürde yardım ve hizmet için çalışsa da, yöneticileri genellikle İttihatçı kadrolardan seçilmişti. Bu kadrolar, halktan topladıkları bağışların bir kısmını Cemiyet yayınlarına, bazı propaganda faaliyetlerine ve hatta yurt dışı temsilciliklerine yönlendirmiştir. Yani kamu vicdanı üzerinden kazanılan paralar, ideolojik örgütlenmenin akçeli ihtiyaçlarına tahsis edilmiştir.

 

Bağış Mektuplarının “Zorunlu Velayeti”

İttihat ve Terakki, halkın gönüllü bağışlarını toplamakla kalmamış, bazı bölgelerde bu bağışları bir tür “zorunlu bağış” hâline getirmiştir. Yerel yöneticilere gönderilen gizli talimatlarla, ileri gelen ailelerden, eşraf ve esnaftan düzenli olarak bağış alınması istenmiş, “verilmeyen yardımların vatanseverlik ölçüsü sayılacağı” uyarısıyla bu talepler pekiştirilmiştir. Özellikle Balkan Harbi döneminde, “Cepheye Yardım Kampanyası” adı altında toplanan bağışların bir kısmının askerlere değil, Cemiyet’in taşra teşkilatlarına ve yayın organlarına aktarıldığı dönemin mektuplarında yer almaktadır.

 

“Yardım diye toplanan paralar, bazen matbaa parasına, bazen telgraf giderine, bazen de cemiyetin misafirlerine sofra kurmak için harcanırdı.”

(Ahmed Cevdet, İttihat Defteri, s. 53)

 

Kadın Cemiyetleri ve Sosyal Sermaye Üretimi

İttihat ve Terakki, kadınlar üzerinden de finansman sağlamıştır. Teâli-i Nisvan Cemiyeti, Osmanlı Kadınlarını Himaye Cemiyeti gibi yapılar hem bağış hem de etkinlik gelirlerini Cemiyetin merkezine aktarmıştır. Bu derneklerin düzenlediği kermesler, yardım konserleri, el işi satışlarıyla toplanan gelirler, görünürde “kadınlara meslek kazandırmak” gibi hayır amaçlıyken, arka planda Cemiyetin yayınları, toplantıları ve hatta Paris’e gönderilen delegeler için kullanılmıştır.

Bu finansman modeli, aynı zamanda kadınların sosyal aidiyet duygusunu kullanarak bağışa yönlendirme stratejisidir.

 

Masonik Derneklerin Gölgeli Finansmanı

Bazı mason locaları, özellikle Anadolu’daki küçük şehirlerde “hayır cemiyeti” kisvesi altında faaliyet göstermiştir. Bu yapılar, medrese tamiri, öğrenci bursu, dul kadınlara yardım gibi başlıklarla halktan para toplamış, bu paralar daha sonra İttihat ve Terakki’nin taşra faaliyetlerine aktarılmıştır. Yani masonik bir yapı, dini ve sosyal hassasiyetleri araçsallaştırarak finansal kaynak üretmiştir. Bu taktik, aynı zamanda halkın vicdanını değil, zaafını sömürmektir.

 

İttihat ve Terakki’nin finansal zekâsı, yalnızca büyük bankerlerle yapılan pazarlıklarda değil, küçük sadaka kutularında da görülür. Bu zekâ, halkı aldatma pahasına işleyen bir ideolojik çıkar makinesine dönüşmüştür. Sadaka ile sermaye arasında bu denli ince, bu denli tehlikeli bir çizgi olması, cemiyetin sadece siyasi değil, ahlaki olarak da sorgulanmasını zorunlu kılar. Çünkü bazen en büyük gasp, rızaya benzetilen manipülasyonla yapılır.

 

 

Bir Mabedin Gölgesinde Büyüyen Cemiyet

 

İdeolojiler, bazen kitaplardan değil, duvarları penceresiz, ışığı bilinçli kısıtlanmış mahfillerden doğar. Mason locaları işte bu tür mabetlerdir: dışarıdan bakıldığında sadece birer kulüp ya da dayanışma derneği gibi görünen, ancak içeri girildiğinde hakikatin üzerini örten bir sadakat yeminine dönüştürülen karanlık merkezler. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin büyüme serüveni, işte bu mabetlerin gölgesinde gerçekleşmiştir. Bu yazı, Cemiyetin mason localarıyla olan derin ilişkisini, bu yapıdan nasıl beslendiğini ve Osmanlı’yı içeriden yıkan kadroların bu gizli ağlar sayesinde nasıl yükseldiğini ortaya koyuyor. Çünkü bazen bir cemiyet, devletin gövdesine değil, ruhuna saldırır.

 

Kuruluşun ve Genişlemenin Lokal Desteği

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1890’ların sonunda şekillenen ilk kadroları, Selanik ve Paris’teki mason localarına dahildi. Enver Paşa, Talat Paşa, Mithat Şükrü Bleda, Emmanuel Carasso ve Mehmet Cavit Bey gibi isimler, ya doğrudan locaların azasıydı ya da bu yapılarla paralel çalışan “entellektüel cemiyetlerde” faaliyet gösteriyordu. Selanik’teki “Macedonia Risorta” locası, İttihat ve Terakki’nin hem ideolojik hem de lojistik merkezlerinden biri olarak işlev gördü. Bu loca, yalnızca fikir değil, fon ve istihbarat da sağlıyordu. Osmanlı subayları, bu yapılar aracılığıyla Batı’daki jakoben düşünceyle tanıştırılıyor, hilafete karşı bir alternatif zihin dünyasına sokuluyordu.

 

Gizli Akitler ve Açık Siyaset

Masonluk, sembolik bir yapıdan ibaret değildi. Giriş yeminleri, bağlılık akitleri, mahremiyet esaslı ritüeller Cemiyet üyeleri arasında katı bir sadakat bağı kuruyordu. Bu bağlılık, zamanla devlet kurumlarının hiyerarşisinden daha güçlü bir bağ hâline geldi. Özellikle 1908 Meşrutiyeti’nden sonra birçok mason azası, bürokrasiye, hariciye teşkilatına, orduya ve maarif sistemine yerleştirildi. Bu kadrolaşma süreci, mason locasının iç yazışmalarında “kardeşlerin yerleştirilmesi” olarak anılıyordu.

 

“Kardeşlik hukukunun devleti yönetecek kıvama geldiği gün, Yeni Osmanlı başlayacaktır.”

(Lodge Archives, Grand Orient de France, Dosya 1907)

 

İttihadın Değil İtaatin Adı

İttihat ve Terakki’nin adı, görünürde “birlik” anlamı taşısa da, gerçekte bir itaat cemiyetiydi. Bu itaat, ideolojik bir disiplinin değil, masonik bir yapının dikey örgütlenmesine dayanıyordu. Cemiyetin merkez komitesi, locaların izni olmadan karar alamaz hâle gelmişti. Bu durum, özellikle İtalya ve Fransa’daki masonik üst localardan gelen telkinlerle daha da belirginleşti. Sultan Abdülhamid’in tahtan indirilmesinde bile mason localarının “onayının” belirleyici olduğu, dönemin arşivlerinde şu ifadeyle yer almıştır:

 

“Locaların rızası alınmadan yapılacak her değişiklik, kardeşlik hukuku ihlâlidir.”

(İstanbul Masonik Belgeler Arşivi, Kutu 12, Belge 38)

 

Dış Bağlantılar ve İç Kararlar

İttihat ve Terakki’nin yurtdışı bağlantılarının birçoğu mason locaları aracılığıyla kurulmuştu. Paris’teki “Le Droit Humain” ve Londra’daki “United Grand Lodge” gibi yapılarla düzenli mektuplaşmalar yapılmış, bu yapıların verdiği “kredi” ve “dostane tavsiye” mektupları Cemiyetin politik yönelimlerini etkilemiştir. Özellikle Balkanlardaki localar üzerinden yürütülen bu iletişim, Osmanlı iç politikasını neredeyse dışarıdan şekillendiren bir hâle getirmiştir.

Bu ilişkiler yalnızca kültürel değil, aynı zamanda finansal kaynak akışını da beraberinde getirmiştir.

 

Bir cemiyetin arkasında bir mabet varsa, o cemiyet artık yalnızca bir siyasi örgüt değil, bir inanç sistemidir. İttihat ve Terakki, mason localarının ideolojik laboratuvarında yetişmiş, Osmanlı’nın bünyesinde bir ur gibi büyümüş ve sonunda hem devleti hem milleti içten çökerten bir yapı hâline gelmiştir. Mabedin gölgesi, yalnızca geçmişin karanlığı değil, geleceğin dehşetidir. Çünkü bu yapı, yalnızca insanları değil, milletin kaderini de kendi ritüellerine göre şekillendirmiştir.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar