Her direnişin kuralı ayrı, ahlakı aynıdır!
Direnişçinin inzivası ve sahici kalabalık arayışı
Kalabalıklar direnişin görünür yüzüdür, ama direnişin hakikati çoğu zaman yalnızlıkta pişer. Çünkü hakikatin sesi, alkışlardan çok sessizlikte yankılanır. Direnişçi, kendi yalnızlığına tahammül edemeyen değil, onu berekete dönüştüren kişidir. Yalnızlık, bir kaçış değil, bir yoğunluktur; seslerin sustuğu, içteki hakikatin konuştuğu yerdir. Direnişçi, orada kendini duyar, kendini yoklar, neye sadık olduğunu yeniden hatırlar. Bir kalabalığın ortasında yalnız kalmak kolaydır, ama bir yalnızlığın ortasında hakikate sadık kalmak, sadece direnişçiye mahsustur.
İnziva, sadece dış dünyadan çekilmek değildir. İnziva, iç gürültüyü susturmak ve sahici bir soruyu dile getirmektir: “Kimin için yürüyorum?” Bu soruya içten cevap veremeyen hiçbir direnişçi, sahici bir yürüyüşe başlayamaz. Kalabalığın coşkusu bir yere kadar taşır, sonra insan sadece kendi yüküyle baş başa kalır. Orada ayakta kalabilmek için yalnızlığın imtihanından geçmiş olmak gerekir. Çünkü yalnızlık, ihlâsın mekânıdır.
Yalnızlık, direnişçiyi olgunlaştırır ama onda kökleşip onu topluma kapatırsa, bir başka aşırılığa dönüşür. Bu yüzden direnişçinin yalnızlığı, halktan kaçmak değil, halk için arınmaktır. Direnişçinin kalabalık arayışı, kendine şahitler bulmak değil, şahitliğini yüklenebilecek yürekleri çoğaltmaktır. Kalabalık onun için alkış değil, şahitliktir. Çünkü hakikat, sadece ilan edilmez; taşınır, paylaşılır, çoğaltılır. Bu da ancak sahici bir birlikle olur.
Peygamberler, çoğu kez yalnız başladılar. Nuh’un gemisi, önce bir odun parçasıydı. Musa, asasıyla koca bir denizi tek başına yarma kararı aldı. İsa, hakikati yalnız savunduğunda yanında kalanlar sadece birkaç kişiydi. Muhammed (sav), Hira’da yalnızdı; ama oradan çıkan hakikat, kalabalıkların en haklısını inşa etti. Bu yüzden sahici bir direnişin ilk adımı yalnızlıktır. Orada test edilir sadakat, sabır ve samimiyet.
Direnişçinin kalabalıkla ilişkisi stratejik değil, ahlâkîdir. O, sayıya değil, sadakate bakar. Onun için binlerce kişiyle yürümek değil, bir hakikat adamıyla yol almak daha kıymetlidir. Çünkü sahici bir yoldaş, bir ümmeti ayakta tutabilir. Kalabalığın gürültüsünde kaybolmak yerine, yalnızlığın sükûtunda derinleşmeyi seçen bir direnişçi, zamanı sabırla yoğurur ve geleceği sessizlikle inşa eder.
***
Mücadeleyi hayata yediren direnişçi ahlâkı
Direniş sadece meydanlarda, mitinglerde, pankartların arkasında olmaz. Asıl direniş, sıradan günlerin içinde, görünmez tercihlerde, kimsenin alkışlamadığı anlarda yaşanır. Direnişçinin gerçek yüzü, sabah erken kalkışında, vakti geldiğinde susuşunda, haksızlığa uğrayanın yanında duruşunda, alışverişte adil davranışında, sofrada israfa karşı tutumunda görünür. Çünkü direniş, önce ahlâk olur; hayata sızmayan hiçbir itiraz, hakikate dönüşemez. Yalnızca öfkeye dayanan bir direniş çabucak söner, ama ahlâka yaslanan direniş bir ömre sığar, bir nesli dönüştürür.
Mücadeleyi hayatın merkezine almak, her davranışı bir şahitlik eylemine dönüştürmektir. Mesela bir esnafın terazisiyle direnişi vardır, bir annenin çocuk yetiştirirken gösterdiği sabırla, bir öğrencinin sınavda kopya çekmemesiyle… Çünkü direniş, yalnızca zalime karşı yumruk kaldırmak değil, zulüm doğuracak ahlâksızlıkları hayatına sokmamaktır. Bu yüzden direnişçi, gün içinde on defa konuşmak yerine bir kez susar ama o susuşla bir haksızlığın önünü keser. Bir toplantıda ayağa kalkmaz ama bir mazluma omuz olur. Direniş, hayatın içinde görünmeden yaşayan bir ahlâk devrimidir.
Bu ahlâk, gösterişle değil, niyetle beslenir. Direnişçinin amelleri az olabilir ama niyeti büyükse, gök onu kaydeder. Çünkü gündelik hayatın içinde en zor şey istikrardır. Bir gün öfkelenmek kolaydır ama her gün adil kalmak zordur. Bir an bağırmak kolaydır ama her an merhametli olmak, sabretmek, özdenetim kurmak hakiki bir mücadeledir. Direnişçi, evinde nasıl bir baba, sokakta nasıl bir komşu, işte nasıl bir çalışan, pazarda nasıl bir müşteri olduğunu sorgulamalıdır. Bunların hepsi, direnişin görünmeyen cepheleridir.
Mekke’de sahabeler, evlerinde putları kırmadan önce kalplerindeki hevesleri, alışkanlıkları, çevresel korkuları kırdılar. Kudüs’te bir çocuk, okula gitmekten vazgeçmeyerek işgalin psikolojisine karşı direndi. Herkesin alkışladığı anların dışında, sessizce hakikate sadık kalan kadınlar, yaşlılar, işçiler… Hepsi büyük bir direnişin küçük parlayan yıldızlarıdır. İşte bu yüzden direniş, sadece cümle kurmak değil, cümle gibi yaşamakla mümkündür.
Gündelik direnişin ahlâkı; gösterişsiz, devamlı ve sahicidir. O, “Ben de buradayım” demek için değil, “Benim yerim burası” diyebilmek için yaşanır. Her sabah yeni bir haksızlığa uyanan bu dünyada, ahlâkını koruyan, hakkı gözeten, küçük yanlışlara sessiz kalmayan bir insan, en büyük yürüyüşün ilk adımını atmıştır. Bu yüzden mücadelenin evi, mutfağı, sokağı, okulu, dükkanı vardır. Direniş, hayattadır. Hayatı direnişin dışına atan, sonunda sadece öfkesinin içinde boğulur.
***
Direnişin yakıcı değil yapıcı duygusu
Öfke, direnişin ilk ateşidir ama tek yakıtı değildir. Yanlış bir öfke, bir ormanı yakar ama doğru bir öfke, bir ormanı korur. Direnişçinin öfkesi yıkmak için değil, inşa etmek içindir. Çünkü öfke, sadece bir tepkidir; ona yön, anlam ve hedef kazandıran ise bilinçtir. Aklın yitirdiği öfke, taşkınlık olur; iradenin yön verdiği öfke ise şahitliktir. Bu yüzden direnişçi, öfkesini taşıyan değil, onu terbiye eden kişidir. Öfke bir fırtına değil, rüzgârla çalışan bir değirmen gibi kullanılmalıdır. Aksi hâlde haklı bir isyan, haksız bir yıkıma dönüşür.
Öfkeyi inşa eden bir duyguya dönüştürmek, onun dozunu ve yönünü belirlemekle mümkündür. Zalimlere karşı duyulan öfke, eğer adaletin diliyle ifade edilmiyorsa, sadece yeni zalimler üretir. Çünkü kontrolsüz öfke, kin doğurur; kin ise adaletin gözünü kör eder. Direnişçinin öfkesi, kişisel bir hesap değil, ilkesel bir itirazdır. “Neden bana böyle yapıldı?” değil, “Neden bu dünyada mazlumlar böyle yaşıyor?” sorusu üzerine bina edilen bir öfke, bireysel değil toplumsal bir ıslahın parçası olur.
Kur’an’da Musa’nın öfkesi vardır, ama o öfke firavunun zulmüne yönelmiştir. İbrahim’in öfkesi putlaradır, ama insanlara değil; şirk düzenine karşıdır. Muhammed (sav), Uhud’da en sevdikleri şehit edildiğinde bile kinle değil sabırla konuşmuş, öfkesini düşmana değil, ümmetin gafletine çevirmiştir. Bu yüzden öfke, zalimi yere sermek için değil, adaleti ayakta tutmak için yaşanmalıdır. Onu kutsallaştırmak değil, kontrol etmek gerekir.
Bugün öfke, sosyal medya cümlelerinde, kalabalık bağırışlarında, sokak sloganlarında çabuk tüketiliyor. Fakat bu öfke, ertesi gün bir reklama, bir tüketime, bir konfora dönüşüyor. Oysa sahici bir direnişçinin öfkesi, bir ahlâka dönüşmelidir. Onun bakışı değişir, dili dönüşür, alışkanlıkları yenilenir. Öfke, bir eylemle değil bir hayatla yaşanmalıdır. Direnişçinin öfkesi, içinde sevgi barındırır. Çünkü sevdiği için kızar; mazlumu sevdiği için zalime karşı çıkar.
Yakıcı değil yapıcı bir öfke, irfanla birleşir. O öfke, kapıları kırmaz, kapılar açar. Onunla sarsılmazsın, köklenirsin. Direnişçi, öfkesini bir silah gibi değil, bir kalem gibi kullanır. Onun yazdığı her cümle, bir isyan değil bir uyarıdır. Çünkü öfke de ibadettir, eğer sahibine sadakatle yönlendirilirse. Direnişçinin öfkesi, adaletin ateşidir ama o ateş ne can yakar ne de yürek karartır; sadece karanlığı aydınlatır.
***
Kelimenin kıymeti
Bir kelimeyle başlar direniş. Önce bir insan susar, sonra konuşur. O ilk kelime, bazen bir haykırış olur, bazen bir fısıltı. Ama her hâlükârda bir karardır. Direnişçinin dili, sıradan bir anlatım aracı değil, hakikatin taşıyıcısıdır. Çünkü kelime, inancın sesidir. Her kelime, sahibini açığa çıkarır; kalbi neyle doluysa dili onunla taşar. Bu yüzden kelimeler, sadece söylenmez; inşa edilir, yüklenilir ve taşınır. Bir kelime, bir halkı uyandırır, bir düzeni sarsar, bir zalimi titretebilir. Ama aynı kelime, eğer köksüzse, hızla tüketilir ve etkisizleşir.
Direnişin sözle başladığını biliyoruz. Kur’an, kelimeyle inmiştir. Vahiy, bir kitap değil önce bir kelimedir: “Oku.” Ve bu ilk kelime, bir kıyamın habercisidir. Çünkü okumak, görmekle, anlamakla, tanıklık etmekle başlar. Peygamberlerin sözleri, birer manifestodur. Musa’nın Firavun’a karşı söylediği “Beni İsrailoğullarıyla birlikte gönder” sözü, bir kavmin zincirlerini kıran kelimedir. İbrahim’in “Ben sizin taptıklarınızdan uzağım” cümlesi, bir çağrıdır. Muhammed’in (sav) “Lâ ilâhe illallah” sözü, bütün sistemlere bir meydan okumadır.
Ama kelimenin etkisi, onun içinin neyle dolu olduğuna bağlıdır. Direnişçinin kelimesi, önce kendi nefsini yarmalıdır. Dışarıya dökülen bir öfke değil, içte mayalanan bir sadakat olmalıdır. Çünkü içinde korku, kibir, gösteriş olan bir kelime, etkisizdir. Oysa içinde niyet, ilke ve adalet olan bir kelime, çelik gibi işler. Bu yüzden susmak da bir kelimedir bazen. Direnişçinin sessizliği bile bir isyandır, bir duruştur. Kalabalıklarda susmak, gerektiğinde konuşmaktan daha büyük bir kelimedir.
Sözle başlayan yolculuk, yazıya, eyleme, hayata dönüşmelidir. Kelime sadece bir slogan değil, bir yaşam biçimi olmalıdır. “Özgürlük” diyen biri, özgürlüğü yalnızca kendi için isteyen biri olmamalıdır. “Adalet” diyen birinin terazisi her dostta da, düşmanda da aynı tartmalıdır. Bu yüzden kelimeler, niyetin aynası, ahlâkın imzasıdır. Sahici bir direnişçinin kelimeleri, başkasını kınamak için değil, hakikati göstermek için söylenir.
Direnişçinin kelimesi, şiir gibi olmalıdır: Hem sarsmalı hem de sarmalı. Sözleriyle incitmemeli ama uyandırmalıdır. Çünkü kelime, bir duadır aslında. Yüreğinden çıkıp kulaktan giren her kelime, ya bir yarayı açar ya da bir yarayı sarar. Direnişçinin kelimesi, şifadır. Onun için konuşmak, bir silah değil, bir sadakattir. Çünkü o bilir ki söz büyür, yankılanır, çoğalır. Kelimesine sahip olan bir halk, kıyamına da sahip olur. Bu yüzden her direniş, önce bir kelimeyle başlar ama kelimede bitmez. O kelime hayata sızar, insanı değiştirir ve dünyayı dönüştürür.
***
Direnişin sistemle bağını koparması
Her düzen, kendi devamlılığı için itaat üretir. Bu itaat sadece polisle, askerle değil; kalemle, eğitimle, ekranla, alışkanlıkla sağlanır. Bir direnişçinin en zor imtihanı, bu görünmez zincirleri kırmaktır. Çünkü sistem yalnızca baskıyla değil, ikna ile yönetir. Direnişçi, önce bu iknanın yaldızını sökmek zorundadır. Bazen bu düzen cami kürsüsünden konuşur, bazen okul kitaplarından, bazen reklamlardan, bazen dostluklardan. Direnişin ilk adımı, bu düzenin dilinden, rızasından ve ödüllerinden dışarı çıkmaktır.
Düzenin dışında kalmak, sadece yasa dışı olmak değildir. Hatta çoğu zaman yasaların içinde kalıp ruhen sistemin dışına çıkmak daha büyük bir devrimdir. Çünkü sistem, yalnızca dışarıdan gelen bir tehlikeyi değil, içerideki sorgulamayı da bastırmak ister. Direnişçi, bu yüzden sistemin verdiği unvanlara, makam tekliflerine, alkışlarına, davetlerine karşı bağışıklık kazanmalıdır. Çünkü sistem, eleştiriye en tahammülsüz olduğu anlarda, onu kendi içinde ehlîleştirmek ister. Direnişçi ise ehlî olmaya değil, hakikî olmaya çağrılmıştır.
Peygamberlerin hayatı, bunun en sahih örneğidir. Musa, Firavun’un sarayında büyüdü ama sarayın diliyle konuşmadı. İbrahim, Nemrut’un şehrindeydi ama onun tanrılarına boyun eğmedi. Muhammed (sav), Mekke’nin dürüst tüccarıydı ama o düzenin haksız ticaretini reddetti. Hepsi sistemin sunduklarını geri çevirdi; çünkü direniş, önce sistemin şımartıcı ellerinden kurtulmakla başlar. Bu, hem malla hem makamla hem de duygusal aidiyetlerle olur. Direnişçi, sistemin duygusal şantajlarına da hazır olmalıdır.
Bugünün direnişçisi, sistemin dilini konuşmamalıdır. O dilde “başarı”, “kariyer”, “güç” kutsanır. Oysa direnişçinin sözlüğünde “sadakat”, “sabır”, “vefa” vardır. Sistem, insanı rakamlarla tanımlar: kaç takipçin var, kaç oy aldın, kaç kişi topladın? Direnişçi ise yüzlerle değil yüreklerle ölçer. Kaç gönül kazandın, kaç zalimin suratına hakikat söyledin, kaç uykusuz gecen var? Bu yüzden sistemin dışına çıkmak, yalnızca hukuken değil, ruhen ve kavramsal olarak da bir ayrılıktır.
Sistem bazen bir devlet olur, bazen bir cemaat, bazen bir şirket, bazen bir medya yapısı. Direnişçi, hiçbir yere kör sadakat göstermez. O sadece hakikate bağlıdır. O yüzden yalnız kalır. Ama yalnızlık sistemin dışındaysak bir lanet değil, bir nişandır. Direnişçi, yalnız kalarak çoğalır. Çünkü o düzenin dışına çıkarken yanında insan değil, ilke taşır. İşte bu yüzden, sahici bir direnişçi her zaman yalnız başına bir sistemin karşısında durabilir. Çünkü onun arkasında halk değilse de Hak vardır.
***
Direnişin günübirlik değil, ömürlük oluşu
Direniş bir anlık parlamayla değil, uzun bir yürüyüşle kurulur. Ateşlenmiş bir öfke gibi başlayabilir ama kıvılcım olmak yetmez, ocak olmak gerekir. Çünkü zulüm bazen bir kurşunla gelir, bazen bir yasayla, bazen bir ekranla ama çoğu zaman zamanla işler. Ve zamanla işleyen zulme karşı ancak sabırla örülmüş bir duruş karşı koyabilir. Sabır, edilgen bir bekleyiş değil, dirençli bir ilerleyiştir. Direnişçinin sabrı, susmak değil, sarsılmadan yürümektir. Çünkü sistem çok sabırlıdır. Direnişçinin sabrı sistemin sabrını geçmelidir.
Peygamberlerin hayatı bunun örnekleriyle doludur. Musa, Firavun’un karşısına yıllar sonra çıkmıştır; Yusuf, kuyudan saraya ve zindana sürülmüş ama beklemiştir; Muhammed (sav), Mekke’de on üç yıl boyun eğmeden beklemiş, ama hiçbir zaman pes etmemiştir. Bu bekleyiş, bir boyun eğiş değil, bir boyun bükmeyiştir. Sabır, zulme razı olmak değil, acele etmeden ama asla vazgeçmeden hakikatin yolunda kalmaktır. Çünkü bazı gerçekler, sadece zamanla anlatılır, bazı adaletler sadece sabırla kazanılır.
Bugünün direnişçileri sabrı, sosyal medya trafiğinde, etkileşimde, görünürlükte ölçmeye başlamıştır. Oysa sabır, görünmezken de inanmaktır. Takipçi azalınca değil, kalabalık artınca sınanır. Çünkü sabır, yalnızca beklemek değil, her adımda sadakati yeniden kuşanmaktır. Süreklilik ise o sabrın zamanla kurduğu iradedir. Bir gün bağırıp ertesi gün susmak değil; her gün aynı hakikati, yeni bir dille, aynı kararlılıkla söylemektir. Direniş bir ömürlük iştir; gündemle değil, gayeyle belirlenir.
Sabır aynı zamanda insana iç sesini duyurur. Acele eden, dış seslere teslim olur; sabreden, kendi sesini büyütür. Ve kendi sesi olan bir direnişçi, başkasının sloganına ihtiyaç duymaz. Çünkü onun sesi, sabrın içinden gelmiştir, kök salmıştır. Bu yüzden sabır, yalnızca tahammül değil, bir inşa sürecidir. Direnişçinin kimliği sabırla yoğrulur; sabır, onu hakikatin taşıyıcısı yapar.
Sabır ve süreklilik, direnişi moda olmaktan çıkarır, iman hâline getirir. Çünkü moda geçer, iman kalır. Direniş bir stil değil, bir kaderdir. Ve bu kaderi taşıyanlar, günübirlik heyecanlarla değil, gece boyu uyanık kalabilenlerdir. Direniş bir maraton değil, bir ömürdür. Koşanlar değil, yürümekten vazgeçmeyenler kazanır. Çünkü hakikat, sabırla yürüyenlerin ardında yankılanır. Sabreden kaybetmez, sadece geç kazanır. Ama onun kazancı, zamanla değil hakikatle ölçülür.
***
Yerelden evrensele
Her direniş bir coğrafyada başlar ama bir vicdanda yankı bulursa evrenselleşir. Çünkü zulüm millî değildir; acının dili yoktur. Bu yüzden sahici bir direniş, kendi yurdunu severken dünyaya da adalet taşır. Yerel olmak, yalnızca bir toprağa bağlı kalmak değil, o toprağın hakkını teslim ederek başka toprakların da acısını duymaktır. Direnişçi, önce kendi mahallesine sadık olmalı, ama sadece orada kalmamalıdır. Çünkü bir hakikat sadece kendi coğrafyasında yankılanıyorsa, ya eksiktir ya da henüz anlatılamamıştır.
Direnişin evrensel dili, insanın en mahrem acısından doğar. Gazze’den Saraybosna’ya, Halepçe’den Keşmir’e, Doğu Türkistan’dan Güney Afrika’ya kadar her zulüm farklı dillerde konuşsa da aynı yürek acısını taşır. Bu yüzden Filistin’i savunan biri, Myanmar’daki Müslümanları da unutmamalı; Türkiye’deki adaletsizliğe ses çıkaran biri, Sudan’daki katliamı da görmelidir. Hakikatin dili sınır tanımaz. Sınır tanıyorsa, orada bir aidiyet değil, bir ideolojik sınır vardır. Direnişçi bu sınırı da aşmalıdır.
Evrensellik, herkesin hoşuna giden şeyleri söylemek değildir. Evrensellik, her yerde zalimin canını acıtacak hakikatleri haykırmaktır. Bu yüzden her gerçek direnişçi bir yerde istenmez. Çünkü onun sesi, milliyetçiliğin konforunu da, ümmetçiliğin hamasetini de, sekülerliğin duygusuzluğunu da rahatsız eder. Yerel kalmak, bir konfor alanıdır. Ama evrensel olmak bir sorumluluktur. Direnişçi bu sorumluluğu taşımaya hazırsa, halkların vicdanına ulaşabilir. Çünkü halkların ortak kaderi, benzer acılardan geçmiştir.
Peygamberlerin hayatı, direnişin evrensel yankısını gösterir. Musa, sadece İsrailoğulları için değil, her mazlum için bir kurtuluş hikâyesidir. Muhammed (sav), sadece Araplara değil, kıyamete kadar tüm insanlığa rahmettir. Onlar bir yerden çıktılar ama tüm dünyaya örnek oldular. Çünkü taşıdıkları dava, bir kabilenin değil, bir hakikatin taşıyıcısıydı. Bu yüzden sahici bir direniş, kendi toprağından aldığı gücü başka topraklara da ulaştırmakla yükümlüdür.
Bugünün direnişçisinin dili, coğrafyaya hapsolmuşsa eksiktir. Mezar taşında sadece doğduğu şehir yazan değil, yeryüzüne rahmet olmuş insanlar iz bırakır. Direnişin dili, insanlığın ortak kelimelerini bulmalıdır: adalet, merhamet, onur, sadakat. Bu kelimeler her yerde karşılık bulur. Çünkü insanlık, kökeninden önce kalbiyle tanınır. Direnişçi de insanlığı bu kalpten kurmalıdır. Yerel olanı evrenselleştiren işte budur: kalbin sesi, coğrafyanın ötesine geçince hakikat olur.
***
Direnişin söze değil, acıya yazılması
Her direnişin bir dili vardır, ama her dil hakikati taşımaz. Bazı diller süslüdür ama boş, bazı sözler yürek burkar ama yola çıkarmaz. Oysa sahici bir direnişin dili, ancak acıyla yazılır. Şahitlik, yalnızca görmek değil; gördüğüne bir bedel ödemektir. Bu yüzden hakikatin tanığı olmak isteyen, yalnızca konuşmakla kalmaz, yara da alır. Direnişçinin sözünün kıymeti, kaç kurşundan sağ çıktığıyla değil, kaç suskunluğu deldiğiyle ölçülür.
Bugün her yerde şahitlik iddiası var ama bedel ödemeye gelince sessizlik çoğalıyor. Sosyal medyada bir paylaşım yapmak, bir şiir yazmak ya da bir eyleme katılmak, şahitlik gibi sunuluyor. Oysa sahici şahitlik, görünmeden yapılan, duyulmadan yüklenilen bir emanettir. Kur’an, şahitliği “adil olun” diye tanımlar. Bu adalet, sadece zalime karşı değil, dostuna karşı da doğruyu söylemeyi gerektirir. Direnişçi, kendi mahallesine bile ters düşse, hakikati savunur. Bu yüzden bedel ödemeyen şahitlik, sadece tribündür; sahada iz bırakmaz.
Bedel, yalnızca can vermek değildir. Bazen bir kariyeri, bir dostluğu, bir itibar alanını terk etmektir. Direnişçi, hangi cümlesi yüzünden susturulduğunu, hangi dostu yüzünden yalnız bırakıldığını unutmaz ama kin tutmaz. Çünkü onun hafızası, adalet içindir. Şahitlik, sadece geçmişe değil, geleceğe de verilen bir sözdür. Bugün sustuklarımız yarın çocuklarımızın omuzlarına yük olur. Bu yüzden hakikate tanıklık etmek, bir miras bırakmaktır. Direnişçinin cümlesi, sadece kendisi için değil, ardında yürüyecek olanlar için kurulur.
İbrahim, putları kırdığında yalnızdı ama bir medeniyetin önünü açtı. Zekeriya ve Yahya, şahitlik ettikleri için bedenlerini parçalara böldüler. Hüseyin, susmamak için Kerbela’da başını verdi. Şeyh Ahmet Yasin, sesiyle İsrail’e diz çöktürdü ama bedeniyle şahitliğin ne demek olduğunu gösterdi. Onların her biri, sözü acıya dönüştürdü, acıyı hakikate taşıdı. Bu yüzden hâlâ konuşuluyorlar. Çünkü şahitlik, yalnızca yaşarken değil, ölürken bile hakikatin yanındaysa bir anlam taşır.
Bugün direnişin dili yeniden acıya dönmeli. Laf kalabalığıyla değil, yara izleriyle konuşulmalı. Şahitlik, bir mikrofon değil, bir mezar taşıdır. Oraya ne yazdığımız, hayat boyunca ne söylediğimizden daha önemlidir. Çünkü mezar taşında yalan yazmazlar. Direnişçi, oraya “şahit” yazdırmak için yaşar. Bu şahitlik, yeryüzüne adaletin hatırlandığı bir iz bırakır. Söz biter, iz kalır. Şahitlik budur: geçip giderken değil, geçip gitmemiş gibi iz bırakmak.
***
Hedefe giden yolda haramı meşrulaştırmamak
Bir direnişin gücü, sadece iradesinde değil, ahlâkında saklıdır. Hedef ne kadar yüce olursa olsun, eğer o hedefe ulaşmak için helâl çizgiler çiğneniyorsa, sonunda varılan yer hakikatin değil, hezeyanın adresidir. Çünkü adalet için yola çıkan biri, zulümle sonuçlanan bir yöntemi meşru göremez. Direnişin meşruiyeti, araçlarında saklıdır; amacıyla değil, yürürken neleri gözettiğiyle sınanır. “Yeter ki iktidar bizim olsun” diyen her söz, en başta hakikatin ipini çeker.
Bugün pek çok yapı, “dava” adına ahlâkı askıya alıyor. Yalan, iftira, istismar, kin ve nefret, hatta zulüm bile “karşı taraf daha zalim” bahanesiyle aklanıyor. Oysa Allah’ın davası yalanla taşınmaz. Peygamberler, hakikatin en haklı temsilcileriydi ama hiçbirinin elinde hile yoktu. Hedefi kutsal sayıp yöntemi unutanlar, şeytanla iş tutar ama farkında olmaz. Çünkü şeytan sadece günahı değil, günahın haklı gerekçesini de fısıldar.
Direnişçinin ahlâkı, en zor zamanda kendini gösterir. Zorlanınca yalan söyleyen, tehdit edilince susan, güçlü görünmek için zalimleşen biri sadece karşı tarafı değil, kendi vicdanını da yaralar. Bu yüzden hakikat mücadelesi, önce kendi nefsine karşı verilir. Direnişçi, öfkesini hakikate uydurmaz; hakikati öfkesine göre eğip bükmez. Çünkü o bilir ki, ne kadar güçlü görünürse görünsün, zulmü andıran her tavır hakikati lekeleyecektir.
Mekke’deki zulme karşı direnen Peygamber, müşriklerin teklif ettiği makamları, paraları ve gücü elinin tersiyle itti. Çünkü o biliyordu ki, haramla iktidar olursa, hakikate değil hegemonyaya dönüşür. Asr-ı Saadet, sadece bir güç değil, bir ahlâk devrimiydi. O devrimde yalanın yeri yoktu. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlerle mücadele edilirken, aynı ahlâksızlığı başka biçimde taşımaya izin verilmedi. Direnişin izzeti, bu ahlâkî istikrarla oluştu.
Bugün de bu çizgi kaybolursa, direniş bir politik manevraya, bir ideolojik gösteriye ya da bir taraftar şovuna dönüşür. Oysa hakikatin taraftarı olmaz, şahidi olur. Şahit ise konuşurken susmanın, yürürken durmanın, kazanırken kaybetmenin ne demek olduğunu bilen kişidir. Çünkü ahlâk, sadece ne yaptığınla değil, neyi yapmadığınla da ölçülür. Direnişçi, haramın gölgesinde hedefe ulaşmaz; helâlin aydınlığında yavaş yürür ama doğru yere varır.
***
Vahyin direniş çağrısı
Kur’an, bir kitap olarak sadece bireysel bir ahlâk öğretisi değil, aynı zamanda bir toplumsal kıyam manifestosudur. İlk emir “Oku” ile başlayan bu çağrı, sadece bir bilgi arayışı değil, inkârın, zulmün, putperestliğin, sömürünün karşısında durma iradesidir. Bu yüzden Kur’an’da kıyam, yani doğrulmak, ayağa kalkmak, sadece fiziki bir hareket değil; bir bilinç, bir şahsiyet ve bir meydan okuma biçimidir. “Kum” diyen vahiy, uykudan değil, gafletten uyandırır. “Fe enzir” diyen ses, sadece söz söylemeyi değil, toplumu sarsacak bir çağrıyı işaret eder.
Vahyin ilk döneminde, güç yoktu, destek yoktu, imkân yoktu. Ama kıyam vardı. Çünkü Kur’an’ın ilk muhatapları, kendilerinden daha güçlü olan sistemlere karşı direnmeyi, Allah’a güvenmenin bir sonucu olarak gördüler. Bu güven, onları sabra, sebatkârlığa ve direnişe taşıdı. Kur’an, sabrı pasif bir bekleyiş değil, aktif bir mücadele biçimi olarak tanımlar. “Onlar Rableri için sabrettiler” ayeti, bu sabrın zulmü içselleştiren bir kabulleniş değil, zulme karşı ayakta kalma ısrarı olduğunu anlatır. Sabır burada susmak değil, konuşmaya devam etmektir; geri durmak değil, bedel ödemeyi göze alarak yürümektir.
Kur’an’da kıyam, sadece bireysel bir kalkış değil, toplumsal bir inşanın da başlangıcıdır. Mümin, kıyam ettikçe toplum dönüşür. Ayetlerin Mekke dönemindeki düzenli inişine baktığımızda, bireyin inşasından toplumun dönüşümüne giden bir stratejik sıralama vardır. Önce tevhid yerleştirilir, sonra ahlâkî zemin kurulur, ardından sabır, mücadele ve hicretle yeni bir toplumsal yapı inşa edilir. Kur’an’ın devrimsel gücü, bu tertipli inşadadır. Rastgele bir öfke değil, hesaplı bir sabırdır bu. Acele değil, istikrarla yürüyen bir kıyamdır.
Bugün direnişin yolunu arayanlar için Kur’an, sadece teorik bir kitap değil, eylem rehberidir. “Zulme rıza zulümdür” sözü, Kur’an’ın özüdür. Adalet, sadece talep edilen değil, uğruna bedel ödenen bir değerdir. Kıyam, sadece meydanlarda değil, zihinlerde ve vicdanlarda başlar. Her mümin, önce içindeki putları kırmalı, sonra toplumun putlarını teşhis etmeli ve ardından sahici bir toplumsal inşa süreci başlatmalıdır. Çünkü Kur’an’da zafer, ancak sabredenlerle beraberdir.
***
Direnişin düş kırıklıklarına karşı ruhunu korumak
Her direniş bir umutla başlar ama umutla bitmez. Çünkü yol uzundur, düşman büyüktür, arkadaş azdır, ihanet boldur. İşte bu yüzden direniş, sadece bir kıyam değil, aynı zamanda bir devamdır. O devamın ardında ise ancak inançla beslenmiş bir umut vardır. Bu umut, naif bir iyimserlik değil; gerçekliğin sertliğine rağmen kalpte taşınan diriliş fikridir. Kur’an, Musa’ya “Asanı yere bırak” dediğinde, sihirbazların kurduğu düzenin ortasına bir hakikat düşürüyordu. Ama o asa birdenbire değil, sabırla yürütülen bir inancın sonucunda ejderhaya dönüşüyordu. Çünkü hakikat, önce kalpte büyür; sonra zamanla görünür olur.
Direniş, düş kırıklıklarıyla sınanır. Başarı gecikir, dostlar uzaklaşır, kalabalık dağılır. Nice peygamber tek başına kalmıştır. Nice devrim, bir vadide sessizce can vermiştir. Ama asıl sınav, bu kırıklarda kendini inkâr etmeden yürüyebilmektir. Umudunu, sayılarda değil sadakatte görenler ancak yola devam edebilir. Çünkü direnişçi için başarı bir sonuç değil, sadakatin doğal uzantısıdır. O bilir ki, hakikati temsil eden her duruş, bir gün karşılığını bulur. Ama o günün ne zaman geleceği değil, geldiğinde kimin ayakta kalacağı önemlidir.
İnanç, direnişin yakıtıdır. İnançsız bir mücadele, sonunda birer siyasi gösteriye ya da yorgun bir örgütsel reflekse dönüşür. İnanç ise mütevazıdır, sessizdir ama inatçıdır. Kalpten sarsılmadan yürümek, sadece planla değil, imanla mümkündür. Bu yüzden Allah, müminlerin üzerine “sekinet” indirir. Çünkü sekinet, sadece huzur değil, sabırla yol alma gücüdür. O sekinet ki, panik anında yön şaşırmamak, dağılmamak, parçalanmamak demektir. Direnişin ruhu, işte bu sükûnette, bu inançla yürütülen azimde yaşar.
Umut, bir yoldan vazgeçmemektir. Geriye çekilmek değil, yeniden güç toplamaktır. Düşmek değil, yeniden doğrulmaya inanmaktır. Bugünün yenilgisi, yarının hazırlığı olabilir. Bugünün yalnızlığı, yarının kalabalığına çağrı taşıyabilir. Bu yüzden direnişçi, her sabah yeniden inanmalı, her gün yeniden başlamalıdır. Çünkü direniş, bir ruhun diri kalmasıdır. Direnişin düş kırıklıklarına karşı ruhu korumak, en büyük zaferdir. Zafer, önce içimizde kazanılır.
***
Kurum ve lider çelişkisi
Her büyük direnişin kalbinde bir fikir, o fikrin çevresinde bir insan ve onun etrafında kurulan bir yapı vardır. Fikir yücedir, insan taşıyıcıdır, yapı koruyucudur. Ama zamanla bu üçlü arasında bir çelişki doğar. Fikir kutsal kalırken, insan yorulur, yapı ise katılaşır. En büyük kriz, işte bu noktada başlar: fikir saf kaldıkça, lider ile yapı arasında sadakat ve istikamet değil, çoğu zaman çıkar ve korku belirleyici olur. Kurumlar, bir fikri taşımak için kurulur ama çoğu zaman kendilerini taşımak için fikri unutur. Lider, hakikatin sesi olarak ortaya çıkar ama zamanla yapının diliyle konuşmaya başlar. Ve o anda, direniş düşüncesi bir form kaybına uğrar; idealler, koridorlarda boğulur.
Kur’an’da bu çelişkinin izlerini Firavun’un sarayında görebiliriz. Orada da bir lider vardır ama o lider artık halkını temsil etmez, sadece yapının bekçisidir. Musa, bu yapıya karşı hakikatin sesiyle konuşur ama Firavun, hakikati duymaz; çünkü o artık bir kişi değil, bir sistemdir. Liderin yüzü vardır ama ruhu yoktur. Kurumun binası vardır ama kalbi yoktur. İşte tam da bu yüzden, her hakikat çağrısı önce o yapının içinde yankılanır; ya bir yıkım getirir ya da sessiz bir dönüşüm başlatır.
Modern zamanlarda da direnişin önündeki en büyük engel, liderlerin şahsî çıkarları ile kurumların bürokratik hantallığı arasında sıkışan hakikattir. Direnişin ruhu spontane, sahici ve samimidir; oysa kurumlar rutini, güvenliği ve hesaplanabilirliği sever. Bu yüzden ilk çağrılar coşkuludur ama zamanla prosedürlere, komisyonlara, stratejik planlara dönüşür. Oysa halkın gözünde hakikat, organik bir şeydir; yürekten söylenmeyen bir söz, hiçbir zaman karşılık bulmaz.
Direnişin sürekliliği için kuruma değil, fikre sadakat gerekir. Lider değişebilir, kurum çökebilir ama fikir kalır. Bu yüzden her kurumun kendini fikre göre yeniden tanımlaması gerekir. Liderin, fikri taşıdığı sürece kıymetli olması, o fikri kendi gölgesinde eritmemesi gerekir. Eğer kurum, fikrin önüne geçerse; eğer lider, fikri kendi karizmasına kurban ederse; o hareket, artık bir direniş değil, bir alışkanlık haline gelir. Direnişin meşruiyeti, kişilere ve yapılara değil, taşıdığı hakikate bağlıdır. Aksi takdirde sadece liderler değişir, kurumlar yeniden adlandırılır ama çürüme devam eder. Ve halk, yeniden susar.
***
Mücadeleyi zayıflatan yapısal ahlâksızlık
Bir direniş hareketi dış baskıyla değil, içeriden çürümeyle biter. Tarih boyunca nice dava, dışarıdan gelen darbelerle değil, içerdeki küçük ihanetlerle, kişisel menfaatlerle, koltuk ve makam savaşlarıyla eridi. Çünkü düşman açıktır, ama içerideki dost görünümlü çıkar ilişkileri maskelidir. İşte bu yüzden mücadeleyi zayıflatan en sinsi virüs, yapısal ahlâksızlıktır. Bu, bir kişinin ahlâksızlığı değil; bir yapının iç dinamiklerinde erdemin terk edilmesi, sadakatin rantla değiştirilmesidir. Direniş ruhu, ahlâkî tutarlılık üzerine inşa edilir; ama kurumlar büyüdükçe liyakat yerini sadakatsiz dostluğa, ilke yerini ihtimallere bırakır. Hakikat kaybolmaz, ama artık kimse hakikati taşımaz.
Kur’an, bunu Yahudi âlimleri üzerinden anlatır. Ayet, “Kitabı taşıyan eşek gibidir” der. Yani bilgi vardır, gelenek vardır, statü vardır; ama bunlar hakikati taşımaya değil, üstünde taşınan bir süs gibi yaşamaya hizmet eder. İşte çürüme böyle başlar: ilim vardır ama adalet yoktur, dava vardır ama samimiyet yoktur, konuşan çoktur ama sorumluluk alan azdır. Yapılar, önce yük olmaktan çıkar, sonra yük taşıyamaz hale gelir, sonra kendisi bir yüke dönüşür. Artık hakikati dile getiren değil, yapıya zarar vermesin diye susanlar makbul görülür.
Ahlâkî çözülme, en çok gençlerin vicdanında sarsıntı oluşturur. Onlar için direniş bir onur meselesidir. Ama önde gelenlerin birbirlerine karşı yalanları, harcamaları, kibirli dokunulmazlıkları gençlerde idealizmi boğar. Direniş, eğer bir ahlâk devrimi değilse, sadece iktidar değiştirmek için yapılan bir mücadeleye dönüşür. Oysa hak için ayağa kalkmak, önce kendi nefsinin yolsuzluklarına, kendi içindeki kibire karşı kıyam etmektir. Sadece düşmana karşı değil, kendi nefsine, kendi çıkar ağlarına, kendi suskunluklarına karşı da mücadele etmektir.
Bugün direnişi zayıflatan yapıların çoğu, içerdeki kişisel hesaplaşmalarla, menfaat ilişkileriyle, hakikatin önüne geçen koltuk savaşlarıyla boğuşmaktadır. Ve bu boğuşma, en samimi insanları kenara iterken, en hesapçıları sahnenin ortasına taşır. Direnişin ruhunu yeniden inşa etmek isteyenler, önce bu ahlâkî çürümeye karşı iç kıyam başlatmalıdır. Aksi halde her zafer, yeni bir çürümenin eşiğine dönüşür. Çünkü ahlâk yoksa, davanın adı ne olursa olsun, içeride bir mezar kazılıyor demektir.
***
Makamın vesvesesi
Direniş, çoğu zaman sadece dışa karşı verilen bir mücadele gibi görünür. Oysa en çetin savaş, niyetin kirlenmemesi için verilen içsel savaştır. Çünkü insan, zamanla büyür, sözleri yankılanır, çevresi çoğalır, itibarı artar. Bu artış, her ne kadar bir nimete benzese de aslında kalbin tartıldığı bir imtihandır. Makam, görünüşte bir sonuçtur ama gerçekte bir vesvesedir. O vesvese, “ben artık bir şey oldum” diyen her sözde kendini gösterir. Ve niyet bozulduğunda, en sahici mücadele bile bir gösteriye, bir temsil oyununa dönüşür.
Makam, hizmet etmek için değil, görünmek için istenmeye başlandığında, direnişin ruhu gölgelenir. Nice kişi vardır ki dava uğruna öne çıkmıştır, ama zamanla dava onun arkasında kalmıştır. Artık hedef hakikati taşımak değil, kendi isminde hakikati eritmek olmuştur. Oysa Kur’an, “Yalnızca Allah için salih amel” diye tekrar tekrar vurgular. Salih amel, niyetin berraklığıyla şekillenir. Bir kişi, ne kadar konuşursa konuşsun, eğer niyeti gösteriyle karışmışsa, sözü kalplere işlemez. Çünkü hakikatin dili ancak içtenlikle yankılanır.
Makam, insanı göz önüne getirir; göz önünde olmak ise nefsin en sevdiği yerdir. Alkış, iltifat, övgü; hepsi kalbi inceltmez, şişirir. Direnişçi, bu tuzağı fark ettiğinde ya geriye çekilir ya da kendini arıtır. Ama çoğu zaman bu şişkinlik içten içe büyür ve bir gün mücadele bir benlik sunumuna dönüşür. Artık yapılan her şey, “ben yaptım” üzerinden okunur. Her başarıda kolektif ruh unutulur, her yenilgide sorumluluk başkasına yüklenir. Böyle bir ortamda sadakat zedelenir, dostluk şekilsel bir aidiyete dönüşür, dava ise içi boşaltılmış bir sembol olarak kalır.
Bu yüzden direnişin en sağlam zırhı, niyetin muhafazasıdır. Her adımda kendini sorgulayan bir bilinç, her sözde içtenliğini tartan bir kalp gerekir. Direniş, dışarıya karşı bir kıyam olduğu kadar, içe karşı bir murakabedir. Kalbi makamın vesvesesinden koruyabilenler, direnişin ruhunu taşıyabilir. Aksi halde, makam yükseldikçe direniş alçalır. Çünkü hakikatin taşıyıcısı olmak, görünenin değil, görünmeyenin hakkını teslim etmektir.
***
Hakikatin tanıtıma yenildiği an
Direnişin sesi, tarihin her döneminde farklı mecralarda yankı bulmuştur. Eskiden bir meydanda atılan slogan, bir bildiriye düşen cümle, bir kitapta parlayan fikirdi bu ses. Bugünse medya her şeyi dönüştüren bir aynadır; ama bu ayna çoğu zaman hakikati yansıtmaz, hakikatin temsilcisine dönüşen figürü parlatır. Tanıtım ile tebliğ birbirine karıştığında, hakikat ikinci plana düşer. Direniş artık bir fikir değil, bir sima üzerinden hatırlanır. Gösteri kültürünün en sinsi tarafı da budur: haklı olan değil, iyi sunulan kazansın ister. Bu noktada medya, mücadeleyi taşıyan bir araç olmaktan çıkar, hakikatin yerine geçen bir idole dönüşür.
Medya gücünün gölgesine sığınan her dava, içtenliğini kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Hakikatin kendisi, bazen birkaç saniyelik bir video, birkaç süslü kelimeyle temsil edilir. Oysa hakikat, derinlik ister, vakit ister, sabır ister. Medya ise hızla tüketilen bir algı üretim merkezidir. Direnişi bu hızın ritmine kaptıranlar, zamanla kendi davalarının içini boşaltır. Çünkü medya, dikkat ister, derinlik değil; izlenirlik ister, iz bırakmak değil. Bu yüzden direnişçilerin en büyük sınavı, hakikati görünür kılmakla, hakikatin suretini parlatmak arasındaki farkı fark etmektir.
Medya, zamanla bir tür sahneye dönüşür. Orada duranın giyimi, bakışı, sesi; söylediklerinden daha çok konuşulur. Direnişçinin kelâmı, artık hikmet değil, performansla ölçülür. Bu performans, hakikatin değeriyle değil, beğeni sayısıyla değerlendirilir. Oysa hakikatin sesi çoğu zaman yavaştır, sessizdir, az duyulur ama derine işler. Medya ise bu sesi hızlandırır, yüzeyselleştirir ve sonunda da satılabilir bir ürüne dönüştürür. Artık hakikat pazarlanır. Ve bu pazarda dürüst olan değil, etkili olan kazanır.
Bu yüzden direniş, medyanın gölgesinde değil, onun sınırlarının farkında olarak yürütülmelidir. Medya kullanılmalı ama onun tarafından kullanılmamalıdır. Çünkü hakikati tanıtan her araç, bir gün hakikati unutturabilir. Tanıtım, içeriğin önüne geçtiğinde direniş, bir özne değil, bir imaj olur. Ve imajlar, fikirlerden çabuk yıpranır. Hakikat, imajdan güçlüdür; ama sabırsız olanlar, imajı seçer. Direnişin asli sesi, yürekten çıkan sözdür; her platformda yankılanan değil, her vicdanda karşılık bulan sestir.
***
Mücadelenin istikrarı için insan inşası
Bir direnişin ömrü, kurulan yapılarla değil, yetiştirilen insanlarla ölçülür. Çünkü her dava, bir fikrin değil, o fikri taşıyanların omuzlarında yürür. Fikirler yücedir, ilham vericidir ama onların ete kemiğe bürünmesi, sabırla inşa edilmiş kadrolarla mümkündür. Mücadele istikrar ister, istikrar ise insan ister. Ve insan, bir anda ortaya çıkmaz; derin bir irşad, kararlı bir eğitim ve uzun bir sadakat süreciyle mayalanır. Bu yüzden kadro, sadece sayı değil, sadece nitelik değil; aynı zamanda zamanla sınanmış bir sadakat haritasıdır.
Bugün nice yapı görüyoruz ki içeriğiyle değil, tabelasıyla övünüyor. Ama tabelayı tutan çiviler gevşekse, ilk rüzgârda savruluyor. O çiviler, kadrodur. Her biri kendi yerinde, kendi yükünde, kendi sadakatinde sabit kalan insanlardır. Kadrosu olmayan mücadele, sadece kalabalıktır. Kalabalık büyüyebilir, ama kadro olmadan derinleşemez. Derinlik, az ama sağlam insanla mümkündür. Bu insanlar, göz önünde olanlar değil; her zaman sorumluluk alan, ama bazen hiç görünmeyen emekçilerdir. Onlar susarak büyür, az konuşarak inşa eder, alkış yerine dua beklerler.
Kadro, bir hedefe yürüyen yüreklerin ahengidir. O ahengi bozacak olan kibirdir, kıskançlıktır, kendini merkez görme hastalığıdır. Sadakat, birbirini alkışlamak değil, birbirine yük olmak pahasına yürümeyi sürdürmektir. Her kadro, kendi içinden çekiştiğinde değil; kendi içinden beslediğinde güçlenir. O yüzden kadro inşası, bir zekâ planlaması değil, bir gönül terbiyesidir. Akıllı insan bulmak kolaydır, ama sadık insan bulmak zordur. Sadakati, sadece dostlukla değil, davaya karşı duyulan içten borçluluk duygusuyla yoğrulmuş insanlarla sağlarsınız.
Mücadele, ancak kadrosuyla kalıcı olabilir. Çünkü yapılar dağılır, dönemler geçer, liderler değişir. Ama kadro, fikri taşıyan bir emanet zinciridir. Bu zinciri kırarsanız, her şey yeniden başlamak zorunda kalır. Ama kadro varsa, dava soluk alsa bile düşmez. Kadrosu olan her hareket, krizleri aşar. Kadrosu olmayan her hareket, kriz üretir. O yüzden direnişin en stratejik adımı, sağlam bir insan inşasıdır. Tohum ekmeden meyve beklenmez. Kadro da, toprağa ekilmiş sabırdır.
***
Zamanla büyümek
Direniş, anlık öfkenin değil, uzun zamanların sabrıdır. Ne ilk sloganla başlar ne de ilk engelle biter. Hakikate adanmış her mücadele, zamana yatırılmış bir niyettir. O niyet, yıllar geçtikçe şekillenir, bazen görünmez olur, bazen unutulur gibi hissedilir ama kalpte bir yerden hep sürer. Bugünün dünyasında hız kutsanırken, direnişin yavaşlığı bir eksiklik gibi görülür. Oysa hakikatin toprağa düşmesiyle filiz vermesi arasındaki mesafeyi sadece sabır taşır. Sabırsız olanlar, kısayol arar. Kısayol ise çoğu zaman hakikatten uzaklaştırır. Çünkü hakikat, geç ama kalıcı olandır.
Bir hareketin kalitesi, ne kadar hızlı yayıldığıyla değil, ne kadar kök saldığıyla ölçülür. Kök salmak, zaman ister. O zaman, sadece geçen saatler değildir; içinde çile vardır, yalnızlık vardır, yanlış anlaşılmalar vardır. Direnişçi, bu zamanlara tahammül edebiliyorsa büyüyebilir. Çünkü sabır, sadece beklemek değil, beklerken dağılmamaktır. Her gün aynı niyetle uyanmak, aynı hedefe dönmek, aynı acıya sabretmek… Bunlar zamanın içindeki hakiki eylemlerdir. Bu yüzden sabır pasif değil, direnişin en aktif hâlidir.
Zaman, direnişi ya öğütür ya da olgunlaştırır. Bu ayrım, niyette saklıdır. Niyeti doğru olan, zamanla güçlenir. Niyeti bulanık olan, zamanla dağılır. Çünkü zaman, maskeleri düşürür. Gerçek kalır. Hakikatin zamanı farklı işler; onun takvimi görünmez ama derindir. Bugün için küçük gibi görünen bir emek, yıllar sonra büyük bir karşılık doğurabilir. Ama o karşılığı göremeden vazgeçenler, tohum ekip meyveyi başkasına bırakanlardır. Direnişçi, sonucu hemen istemez. Çünkü bilir ki Allah, zamanla terbiye eder.
Zamanla büyümek, aslında içte büyümektir. Direnişin sabırla mayalanması, insanı olgunlaştırır. Daha az konuşur, daha çok düşünür. Daha az gösterir, daha çok taşır. Bu taşımak, sadece yük değil; bir emanettir. Çünkü direniş, sadece bugünü değil, yarını da taşır. Sabırsız olanlar günü kurtarır; sabredenler tarihi inşa eder. O yüzden zamanla büyüyen her direniş, geleceğe kök salan bir dua gibidir. Görünmez ama vardır. Ve en kıymetli işler hep böyle başlar: sessiz, yavaş, derin.
***
Yalnızlıkla yüzleşmek
Direnişin en ağır basamağı yalnızlıktır. Kalabalıklar dağıldığında, alkışlar sustuğunda, sloganlar yankılanmaz olduğunda geriye kalan o sessizliktir insanı en çok yoklayan. Çünkü sessizlik, yalnız bırakmaz; insanı kendisiyle baş başa bırakır. Ve bir direnişçinin en çetin imtihanı, kendine dayanabilmektir. Yalnızlık, sadakatin en dürüst ölçüsüdür. Kimsenin görmediği bir yerde hakikati taşımaya devam edenlerdir sadık olanlar. Çünkü yalnızken sürdürülen mücadele, içten gelen bir borcun eseridir; dışarıdan beklenen bir karşılığın değil.
Her büyük yürüyüş, önce bir adımla başlar. Ve o ilk adım çoğu zaman tek başınadır. Hakikati fark eden, önce kendisiyle kavga eder. İçindeki korkularla, tereddütlerle, kırgınlıklarla yüzleşir. Bu yüzleşme, dışarıdan görünmez. Ama bir direnişçi, asıl savaşı orada verir. Sessizlik, dış dünyanın değil, iç dünyanın aynasıdır. Orada neyi susturduğuna değil, neyi içinden duyduğuna kulak verir insan. Bu yüzden yalnızlık, bir boşluk değil, bir arınmadır. Kalabalıklar arasında kaybolan ses, yalnızlıkta berraklaşır.
Direnişin sessizlikle imtihanı, vicdanın kendini duymasıdır. Kimsenin bilmediği bir fedakârlık, kimsenin görmediği bir sabır, kimsenin onaylamadığı bir kararlılık… Bunlar, sessizliğin içindeki sadakat testleridir. Ve sadakat, bu testlerden geçmeden kalıcı olmaz. Sessizlikte konuşan sadece kalptir. O kalp, neye bağlıysa oraya yürür. Kalabalıkların yönüyle değil, vicdanın istikametiyle hareket eder. Ve yalnızlığı korkulacak değil, korunacak bir hâl olarak görür. Çünkü hakikati herkesle değil, önce kendisiyle taşıyan bir yürek, dağ gibi yalnız kalsa bile sarsılmaz.
Yalnızlık, bir boşluk değil, bir imkândır. Direnişçi, o imkânı değerlendirirse, içini doldurur, derinleşir, sabırla keskinleşir. Değerlendirmezse, o boşluk onu yutar. Herkesin terk ettiği anda davasını terk etmeyen kişi, sadece mücadele etmiyor, mücadeleyi taşıyor demektir. Bu yüzden sessizlik, hakikatin yankısıdır. Ve yalnızlık, o yankının en duru duyulduğu yerdir. Direnişçi, bu sessizliği dost edinmeden kalabalıkla imtihanı kaldıramaz. Çünkü kalabalıkla var olan, kalabalıkla dağılır. Ama yalnızlıkta yoğrulan, her kalabalığın ötesinde kendisi olarak kalır.
***
Direnişin rutine sinen iradesi
Direniş sadece meydanlarda değil, sabah uyanıldığında alınan kararlarla, kimsenin görmediği bir günün ortasında gösterilen sadakatle, akşam yastığa baş konurken vicdanla yapılan muhasebeyle inşa edilir. Büyük sözler değil, küçük alışkanlıklar belirler hakikatin seyrini. Her sabah aynı hakikate uyanmak, her gün aynı istikamette yürümek, her gece aynı duaya kapanmak… Bunlar direnişi sıradanlaştırmaz, bilakis ona süreklilik kazandırır. Çünkü sadakat, bir anda parlayan öfkenin değil; rutinleşmiş iradenin ürünüdür.
İnsanın en büyük imtihanı, heyecanın sönmeye yüz tuttuğu yerde sadakati sürdürebilmesidir. Gündelik hayat, direnişçiyi en çok zorlayan zemindir. Çünkü orada alkış yoktur, göz yoktur, coşku yoktur. Ama işte tam da orada karakter vardır. İstikamet, heyecanın değil; iradenin eseridir. Sabah ezanıyla uyanmak, sosyal medya sesiyle değil. Eline aldığı her kelimeyi, her eşyayı, her lokmayı “emanet” bilmek. Her günü “bu gün ne yaptım” sorusuyla kapatmak. İşte bunlar, görünmeyen ama direnişi diri tutan kalelerdir.
Rutinleşmiş direniş, aslında kişiliğe dönüşmüş sadakattir. Direnişin şahsiyeti, insanın şahsiyetine sinmedikçe kalıcı olamaz. Zihninde hakikati taşıyan, onu gündelik işlerine sızdırmadıkça samimi değildir. Yalnızca mitinglerde bağırmakla, sadece yazılarda cümle kurmakla değil; alışverişte dürüst kalmakla, trafikte sabırlı olmakla, evde merhametle davranmakla da direniş olur. Direniş, sadece sistemle değil, nefsle de çatışmaktır. Ve bu çatışma her sabah yeniden başlar. Direnişin zaferi, sabrın sabahıyla gelir ama her sabah bir sabırdır önce.
Bir davaya adanmış hayat, sıradanlıkta değil, sadakatle anlam bulur. O sadakat, günlere sinen bir istikrar ister. Her sabah “yeniden başlıyorum” diyebilen bir kalp, sarsılmaz bir irade doğurur. Ve o irade, zamanla bir şahsiyet olur. Şahsiyet ise direnişin en güçlü silahıdır. Çünkü şahsiyetli bir hayat, söz söylemeden de konuşur. Direnişi eyleme çeviren, bu hayatların toplamıdır. Bir gün değil, her gün; bir adım değil, her adım… Direniş, işte bu gündelik ısrarın adıdır.
***
Kalple kurulan hat
Her direnişin bir hattı vardır. O hat, bazen siperlerle çizilir, bazen kelimelerle. Ama en derin olanı kalple kurulan hattır. Çünkü ihlâs, görünenin değil, içteki yönelişin adıdır. Gösterişten arınmış, alkıştan sıyrılmış, sadece Allah için yola çıkan bir gönlün taşıdığı hat, ne yıkılır ne de eğrilir. İnsanlar unutur, zaman unutturur ama kalbin niyeti unutmaz. Bir niyetin içtenliği, o hattın sağlamlığını belirler. Direniş, ancak kalple kurulan bu hat üzerinden yürüdüğünde sabırla, cesaretle, istikametle buluşur.
İhlâs, sadece doğru bir fikirle yola çıkmak değil, o fikri doğru bir kalple taşımaktır. Haklı olmak, her zaman ihlâslı olmak değildir. Çünkü haklılık, bir bilgi hâlidir; ihlâs ise bir yöneliş. Bu yüzden hakikatin sesi, her zaman kalabalıktan değil, sadakatten yükselir. Kalple kurulan hat, insanı kendine karşı da sorumlu kılar. “Neden yapıyorum?” sorusu, her direnişin iç denetimidir. Cevabı samimiyetse, yol yürünür. Cevabı gösterişse, yol kaybolur. Bu nedenle ihlâs, bir davayı taşımaktan çok, o davaya taş olmaktır; sessiz ama sağlam, görünmeyen ama temel.
Direnişin ihlâsla yoğrulması, ona kutsal bir derinlik kazandırır. Artık sadece bir mücadele değil, bir ibadet olur. Her söz bir dua, her adım bir şehadet, her sabır bir secdeye dönüşür. Bu hâl, dışarıdan görünmez. Ama o görünmeyen derinlik, zamanla her şeyi dönüştürür. Çünkü ihlâsla yoğrulan direniş, sonuç odaklı değil, şahitlik odaklıdır. Galip gelmek için değil, hakkı savunmak için vardır. Kazanmak, kaybetmek değil; sadakatle durmak önemlidir. Bu, dünyanın mantığına aykırıdır. Ama hakikatin diline uygundur.
Kalple kurulan hat, insanın kendini de dönüştürür. Sadece karşısındakine değil, nefsine karşı da bir mücadeleye çağırır. Bu yüzden ihlâslı bir direnişçi, önce kendi iç dünyasında düzen kurar. Ahlâkıyla, edebiyle, sabrıyla örer yolunu. Çünkü kalple kurulan bir hat, sadece hedefe değil, insana da ulaşır. Kalpten kalbe geçen yol budur. Bu yol, az görünür, çok yaşatır. Çünkü hakikatin en sağlam yolu, kalbin içinden geçer. Ve o yolda yürüyenler, ne kalabalık ister ne de alkış. Onlar sadece razı olunan bir bakışı beklerler.
***
Bakışın iffeti
Her direniş bir bakışla başlar. Nereye baktığın, neyi görmezden geldiğin, neyi fark ettiğin… Göz, sadece bir algı aracı değil, bir irade sınavıdır. Çünkü gözle kurulan ilişki, kalbin yönünü belirler. Direnişin gözle başlayan terbiyesi, bakışın neye değdiğiyle değil, neyi seçtiğiyle şekillenir. Görmek, bazen bir ihlâldir; bazen bir şahitlik. Göz, ya bir yıkım aracıdır ya da bir sabır vesilesi. Direnişçi, bakışını iffetle eğitir; çünkü iffetsiz bir nazar, hakikati bulanıklaştırır. Bakışın edebi, kalbin istikametine dönüşür.
Modern çağ, gözü serbest bırakmakla övünüyor. Her şey görünür, her şey izlenebilir, her şey teşhir edilebilir hâle geldi. Ama bu serbestlik, aslında bir esarettir. Göz, sınırsız bırakıldığında irade zayıflar, kalp bulanır, akıl karışır. Direnişin göze getirdiği disiplin, özgürlüğü sınırlandırmak değil, iradeyi özgürleştirmektir. Çünkü bakışın terbiyesi, sadece neye bakılmayacağını değil, neye odaklanılacağını da öğretir. Gözünü haramdan çeviren biri, hakikate daha net bakabilir. Bu, sadece ahlakî bir sınır değil, aynı zamanda fikrî bir arınmadır.
Gözün sabrı, kısa süreli bir kaçınma değil, uzun vadeli bir sadakattir. Sürekli olarak gözünü temiz tutan bir insan, sadece günahı değil, gafleti de dışlar. İffetli bir bakış, kalbe düşen kiri temizler. Çünkü kirli bir nazar, kirli bir düşünceyi çağırır. Bu yüzden direnişçinin nazarı, sadece dışarıya değil, içeriye de dönüktür. Göz, sadece dış dünya değil; iç dünyanın da aynasıdır. Ve bu aynayı temiz tutmak, direnişin özünü korumaktır. Temiz bir bakış, berrak bir kavrayış doğurur. Bu berraklık ise hakikatin en güçlü şahitliğidir.
Direnişin göze getirdiği terbiye, bireysel değil, toplumsaldır. Çünkü iffetsiz bir toplum, hakikati tanıyamaz. Her şeyin görünür, her şeyin alınıp satılabilir, her şeyin arz nesnesi hâline geldiği bir dünyada; bakışını iffetle taşıyan insan, sessiz bir direnişin taşıyıcısıdır. O insan, hem kendini hem toplumu korur. Çünkü iffet, sadece bir ahlak değil, bir muhafaza biçimidir. Ve muhafaza, direnişin temelidir. Gözünü haramdan koruyan, aslında hakikati korur. Ve hakikatin korunduğu yerde, zulüm barınamaz.
***
Nefsin hizasında yürümek
Her büyük direniş, dış düşmandan önce iç düşmanla başlar. Nefis, insanın en eski sinsi dostudur. Sık sık akıl kılığına girer, bazen vicdan gibi konuşur, bazen de hakkı savunuyormuş gibi davranır. Fakat amacı bellidir: seni kendine esir etmek. Bu yüzden nefsin hizasında yürümek, baştan kaybedilmiş bir direniştir. Asıl zafer, nefsin önerdiği yollara şüpheyle yaklaşmakta, nefsin susturduğu vicdana yeniden ses vermektedir. Çünkü direniş, önce içte kurulur. İçinde yenilen biri, dışarıda sadece bağırır; mücadele edemez.
Nefisle savaşmak, zannettiğimiz gibi sadece arzulara karşı koymak değildir. Bazen haklı olma arzusudur nefis, bazen görünür olma iştahı, bazen kalabalıklarla yürüme hırsı. Nefis, direnişi kendi çıkarlarına göre biçimlendirmek ister. Direnişçi ise nefsi hizaya çeker, ona söz geçirecek değil, onu susturacak bir iradeye ihtiyaç duyar. Çünkü nefis susturulmazsa, bütün hakikat çabaları bir gösteriye dönüşür. Ve gösteri, kalabalıkları büyülese de hakikati incitir. Bu yüzden direnişçinin ilk cephesi kendisidir; ilk düşmanı da.
Nefsini mağlup eden bir insanın sözleri berrak, niyeti sahih, sabrı sağlam olur. Çünkü o kişi, sadece düşmana değil, kendi heva ve hevesine de “hayır” diyebilmiştir. Bu “hayır”, en büyük özgürlüktür. Çünkü özgürlük, önce kendini reddedebilmekte saklıdır. Bugün nice hareket, nefsin gölgesinde çürümektedir. Gösterişle, kibirle, aceleyle. Direnişi moda gibi tüketenler, nefsin hizmetinde hakikate karşı dururlar. Onların sloganları çoktur, sabırları az. Onların dostları çoktur, yalnızlıkla araları kötüdür. Oysa hakikatin yolunda, yalnız kalmak bir ceza değil, bir arınmadır.
Direnişin iç düşmana karşı savaşı, dış düşmana gösterdiğimiz cesaretten daha çok sadakat ister. Çünkü düşman bir gün çekip gidebilir, nefis hep içimizde kalır. Onunla yaşamak, ama ona söz geçirebilmek; onunla yürümek ama onu arkada bırakmak; işte gerçek direniş budur. Bu nedenle bir direnişçinin vakti, sadece dış mücadeleyle değil, iç sorguyla geçmelidir. “Bu sözü neden söyledim?” “Bu öfke kime ait?” “Bu sevinç kim içindi?” Bu sorular, hakikatin kılavuzudur. Ve ancak bu soruları kendine soran biri, gerçekten direnen biridir.
***
Direnişin karar ve istikamet terbiyesi
Direniş, sadece doğruyu bilmek değil, o doğruyu sebatla sürdürmektir. Bilgi, bir kıvılcımdır ama karar, o kıvılcımı meşaleye dönüştüren iradedir. Çünkü hakikatin yolu çokça bilinir, ama çok az kişi o yolu yürümeye karar verir. Direnişçi, bu azların arasında olmayı göze alandır. Onun kimliği, günlük ruh hâline göre değişen bir benlik değil, iradeyle örülmüş sabit bir istikamettir. Çünkü karar, sadece bir defalık bir yönelim değil; her gün yeniden verilen, her durumda yeniden teyit edilen bir sadakattir.
İrade, kalbin kararıdır. Aklın hesaplarını aşar, nefsin arzularını susturur. Direnişçinin iradesi, geçici duygularla değil, derin bir bağlılıkla beslenir. Bugün hangi tarafın kazandığına bakmaz, hangi kelimenin alkış aldığına kulak vermez. O, bir yön seçmiştir ve o yöne sadakat gösterir. Direnişi sürdürmenin en büyük gücü de budur: değişmeyen bir yön, sarsılmayan bir karar. Bu karar, zorlukta kuvvet bulur, yalnızlıkta berraklaşır. Çünkü fırtınada sabit kalan bir rota, hem pusuladır hem şahsiyettir.
İradeyle örülmüş bir kimlik, her türlü savrulmaya karşı bir dirençtir. Bu direnç, kişiliğin omurgasıdır. Direnişçi, savrulmaz. Korku salan düşmanlara, cazip gelen dostlara rağmen savrulmaz. Çünkü onun iradesi, sadece kendisine ait değildir; hakikate verilmiş bir söz, bir ahit gibidir. Bu söz, geçici rüzgârlara değil, hakikatin ağırlığına dayanır. Ne pahasına olursa olsun demek, kolay bir cümledir; ama onu yaşamak, büyük bir irade ister. O irade, her sabah tekrar kurulan bir bilinçle yaşanır.
Bugünün dünyasında karar vermek zordur, çünkü çok fazla ses vardır. Her biri ayrı bir yöne çağırır. Fikirler dağınık, duygular dağdağalıdır. Direnişçi, bu karmaşada net kalabilmelidir. Kararı, moda olan düşüncelerden değil, hakikatin sabitelerinden doğmalıdır. Çünkü moda geçicidir, hakikat kalıcı. Bu kalıcılık, ancak iradeyle taşınır. Ve o irade, şahsiyetin evidir. Şahsiyet olmayan yerde direniş olmaz, olsa da sürmez. Sürse de içi boşalır. Bu yüzden direnişin asıl cephesi, kararı kararlılığa dönüştürebilen bir kimliğin inşasıdır.
***
Direnişin giydiği ahlakî beden
Direniş sadece söylenen söz değil, aynı zamanda gösterilen hâlidir. Çünkü hakikati savunmak, o hakikate benzeyen bir bedenle mümkündür. Temsil, direnişin dışa bakan yüzüdür; sesi değil, görüntüsüdür; nutku değil, duruşudur. O yüzden temsilde vakar, sadece bir nezaket biçimi değil; bir ahlakî duruştur. Vakar, bağırmayan bir cesaret, öne atılmayan bir özgüven, göze sokulmayan bir hakikattir. Direnişin bu tarafı, kıyafetle değil, eda ile, sloganla değil, sükûtla, görüntüyle değil, gölgeyle kendini belli eder.
Her direnişçi, ardında bir iz bırakır. Bu iz, yalnızca yaptığı işler, söylediği sözlerle değil; taşıdığı beden diliyle, taşıdığı ahlakla yazılır. Çünkü beden, ruhun sesidir. Bir direnişçinin yürüyüşü bile izlenir; oturuşu bile örnek alınır; bakışı bile yorumlanır. Bu yüzden vakar, bedenin taşıdığı yükün farkında olmaktır. Direnişçinin giydiği kıyafet sadece kumaş değil, bir anlam katmanıdır. Sade olmak gösterişsizliğin, temiz olmak saygının, örtülü olmak ise sorumluluğun tercümesidir. Ve tüm bunlar, hakikatin bedenle buluşmuş hâlidir.
Ahlak, direnişin kıyafetidir. Direniş çıplak kalırsa savunmasız olur. Onu giydiren şey vakar, edep ve hayâdır. Çünkü karşıtına benzeyen hiçbir direniş kalıcı olamaz. Düşmanına benzer bir öfke, zalime benzer bir kibir, sistemin dilini taklit eden bir anlatı, direnişi içten kemirir. Ahlaklı bir direnişçi, düşmanına benzememek için çabalar. Haklı olmanın hışmına kapılmaz. Elindekini meşru kılmak için her yolu mubah saymaz. Çünkü onun taşıdığı hakikat, her an temsil edilmeye layık bir emanettir.
Bugün direnişin en fazla yara aldığı yer, temsilin buhlanmasıdır. Sözler büyürken yüzler küçülmekte, afişler çoğalırken bedenlerin edası kaybolmaktadır. Nezaket, zayıflık sanılmakta; bağırmak, delil yerine geçmektedir. Oysa temsil, bağırarak değil, davranarak yapılır. Bir selamın değeri, bir bakışın temizliği, bir susmanın asaleti… Bunlar, büyük anlatıların suskun ama etkili parçasıdır. Direnişi estetik kılan da budur. Ahlakı olmayan bir direniş, haklı da olsa yakıcıdır. Çünkü hakikat, kendisine benzeyen bedenlerde yaşar.
***
Direnişin vakte verdiği anlam
Direniş, anlık bir öfke değil, zamanla kurulan bir dostluktur. Vakit, sadece geçip giden bir akış değil; direnişçinin ruhunu eğiten, sabrını pişiren, kararlarını terbiye eden bir dosttur. Bu yüzden direniş, aceleyle değil, vakit şuuruyla örülür. Her sabah yeniden uyanan bir niyetle, her gece yeniden yoklanan bir vicdanla yaşanır. Zamanı anlamayan bir hareket, hızla parlar ama çabuk söner. Çünkü zaman, hakikatin müttefikidir; sabırsızlık ise hakikatin en büyük düşmanıdır. Direniş, vakti düşman değil, sırdaş bilenlerin omzunda yükselir.
Zamanı anlamak, takvimdeki günleri ezberlemek değil; hangi gün susulacağını, hangi saat konuşulacağını, hangi mevsimde geri çekilip hangi anda yürüneceğini bilmektir. Bu bilgi, akıldan çok hikmet ister. Direniş, sabırla düşünmeyi bilenlerin işidir. Çünkü hakikat aniden patlayan bir ses değil, sabırla yoğrulan bir ömürdür. Her an yeni bir karar, her durak yeni bir imtihandır. Bu yüzden direnişçi, günü yaşamakla yetinmez; zamanı işlemek zorundadır. Saatlerini, sadece işler için değil, dua, murakabe, tefekkür için de örgütler. Çünkü kalbin çürümesi, zamanın hoyratça tüketilmesiyle başlar.
Zamanı dost bilmek, gündeliğe sığmayan bir ruha sahip olmaktır. Direnişçinin ajandasında yalnızca toplantılar, yürüyüşler, bildiriler yoktur. Orada gecenin sessizliğinde yapılan murakabeler, sabahın erken saatinde okunan vahiyler, ikindide gelen hüzünlü yalnızlıklar da vardır. Çünkü zaman, bir takvim değil, bir terbiyedir. Zamanı fark eden direnişçi, hayatı da fark eder. Vakit, onun için yalnızca hareket değil, yön demektir. Ne zaman yavaşlayacağını, ne zaman hızlanacağını, ne zaman susacağını, ne zaman haykıracağını bilir. İşte bu bilgi, direnişin kemalidir.
Direnişçinin en büyük gücü, zamana karşı değil, zamanla birlikte yürüyebilmesidir. Çünkü hakikat zamanla açığa çıkar, sabırla olgunlaşır. Hemen olsun diyenler, çabuk yorulurlar. Hemen duysunlar isteyenler, gürültüyle yetinirler. Oysa direnişçinin sesi sessizlikte yankılanır. Kalabalığın ortasında değil, yalnızlığın kenarında büyür. Çünkü zaman, onu sürekli imtihan eder. Bu imtihanda geçmek için direnişçinin tek silahı, vakti israf etmeden yaşamak, her anı bir adanmışlıkla örmektir. Zamanla dost olan, hakikatle yoldaştır.
***
Direnişçinin seçilmiş tenhalığı
Direnişin en ağır yükü kalabalıksızlıktır. Fakat bu bir eksiklik değil, çoğu zaman bilinçli bir tercihtir. Çünkü hakikatin sesi önce içte yankılanır. İçteki yankıyı duymak ise sessizlik ister, tenhalık ister. Direnişçinin yalnızlığı, kaçış değil, seçiliştir. Kalabalıklar içerisinde kaybolmayı değil, hakikatin izini sürdüğü dar patikaları tercih etmesidir. O yüzden bu yalnızlık izzetli bir yalnızlıktır. Kırık bir uzaklık değil, vakur bir içe dönüş. Çünkü bilinir ki; en büyük hakikatler, çoğu zaman en tenha zihinlerde mayalanır.
Direnişçinin dostu az, düşmanı çoktur. Çünkü hakikate sadakat, çıkar hesaplarına uymaz. Eğilip bükülmeyen omurgalar, eğri gözleri rahatsız eder. Yalnız kalırsın çünkü ödün vermezsin. Kalabalıklar kolay ikna ister, çabuk sonuç bekler. Oysa direniş, çoğu zaman cevapsız sorularla, sonuçsuz çabalarla, anlaşılmayan fedakârlıklarla ilerler. İşte burada yalnızlık başlar. Fakat bu yalnızlık, çürütmez. Bilakis, kişiyi arıtır. Tenha kalan direnişçi, içindeki fazlalıkları atar. Ne için yürüdüğünü, kimin için savaştığını yeniden sorar kendine. Cevap samimiyetse, yalnızlık yoldaştır.
Seçilmiş tenhalık, gücün değil hakikatin yanında olmaya karar vermektir. Bugün bir adaletsizliğe karşı tek başına ayağa kalkanın yalnızlığı, yarın bir halkın hürriyetine kök olabilir. Fakat o kişi, bunu bilmeden yürür. Çünkü direnişçinin terazisi halk değil Hakk’tır. Kalabalığın alkışını değil, Allah’ın rızasını arar. Bu da onu, zaman zaman hatta çoğu zaman yalnız bırakır. Ama bilir: Ashab-ı Kehf de yalnızdı, İbrahim de yalnızdı, Musa da yalnızdı. Hepsi bir hakikati omuzladıkları için kalabalıkları arkalarına almak zorunda kaldılar. Çünkü hakikati taşımak, omzu zayıf olanlara göre değildir.
Yalnızlık, direnişçiyi derinleştirir. Az sözle çok şey söylemeyi öğretir. Herkese değil, sadece hakikate bakmayı öğretir. Kalabalıkların rüzgârına kapılmayan bir basiret, sessizliğin içinden doğar. Direnişçinin kalbi, yalnızken terbiye olur. Çünkü yalnızlık, nefsin bağırdığı, şeytanın fısıldadığı, hakikatin ise sabırla cevap verdiği yerdir. Kim yalnızlığını Allah’la konuşarak geçirirse, kalabalıkta da şaşırmaz. İşte bu yüzden, yalnızlık direnişçinin en sarsılmaz kalesidir.
***
Direnişin dağılmayan yönü
Direniş, sadece başlamakla değil, başladığı yönde sabırla yürümekle anlam kazanır. Çünkü her yol ayrımı bir sapma teklifidir. Her fırsat bir taviz ihtimali taşır. Her kırılma, yönsüzlüğe davet eder. Oysa istikamet, bir karar değil, bir sabır işidir. Direnişçinin en büyük gücü, yönünü şaşırmayan sadakatidir. O sadakat, ilk adımda olduğu gibi yüzüncü adımda da aynı yöne bakmayı emreder. Çünkü istikamet, duygularla değil ilkeyle yürür. Kalabalıkların yöneldiği değil, hakikatin gösterdiği yöne dönmektir marifet.
İstikamet, bir harita değil, bir ahlâktır. O harita, pusulasını halktan değil haktan alır. Sabır ise o pusulanın karasudur. Ne zaman rüzgâr sert eserse, sabır direği yıkılmayan bir gemi olur. Direnişçinin sabrı, tahammül değil tercihtir. Sabırla yön tutmak, belirsizliğe değil, gaybe iman etmektir. Görünmeyen zaferlere, duyulmayan dualara, anlaşılmayan yalnızlıklara rağmen yürümektir. Çünkü hakikat, çoğu zaman görülmeden savunulur. Direniş, çoğu zaman alkışsız kazanılır. İstikamet, sabrın içindeki diriliştir.
Bazen haklı olduğun halde kazanamazsın. Bazen doğruların kaybettirir. Bazen yürüdüğün yol uzar, uzadıkça seni yalnızlaştırır. İşte orada istikamet sınanır. Direnişçinin sabrı burada anlam kazanır. Yolun değil, yönün kıymetli olduğunu hatırlatır sana. Kiminle yürüdüğünü değil, neye yürüdüğünü sorar. Çünkü istikamet, sadece bir yürüyüş değil, bir yön sadakatidir. Sabırla örülmemiş hiçbir istikamet, ilk fırtınada dağılır. O yüzden hakikate sadakat, önce sabırla başlar, sonra istikametle tamamlanır.
Sabır, aceleciliği değil kararlılığı yener. Direnişçinin zaferi, sabrının kalitesinde gizlidir. Bekleyebilmek, geri çekilebilmek, konuşmamak, susarak büyümek… Bunlar sabrın biçimleridir. Çünkü direniş, sadece haykırmak değil, bazen sükûtta sabit kalmaktır. Sabrı olmayan istikamet, öfkeyle yön değiştirir. Ama sabrın taşıdığı istikamet, zamanla direnişin omurgasına dönüşür. İşte o omurga kırılmaz, eğilmez, dağılmaz.
***
Direnişin kirlenmeyen cephesi
Kirli yollarla yürüyen hiçbir direniş, temiz bir gelecek kuramaz. Çünkü yöntem, sonucun ruhunu belirler. Direnişçinin ahlâkı, taşıdığı hakikatin şahitliğidir. Eğer hakikat savunuluyorsa, o savunma ahlâkla yapılmalıdır. Ahlâksız bir mücadele, kendi içinde düşmeye mahkûmdur. Çünkü zulme karşı çıkarken zulmün diliyle konuşan, eninde sonunda aynı karanlıkta kaybolur. Direnişçinin silahı sadece sözü, sloganı ya da eylemi değil; aynı zamanda ahlâkıdır. Bu ahlâk, düşmana bile insanlıkla yaklaşmayı gerektirir; çünkü insanlık dışına çıkan bir mücadele, hakikat çizgisinden sapmış olur.
Ahlâk, direnişi meşrulaştıran zemindir. Kalabalıkları etkileyen şey sadece cesaret değil, o cesaretin taşıdığı vakar ve sorumluluktur. Direnişçi, kendisine yapılanı karşısındakine yaparak intikam peşinde değildir. O, adalet ister. Kinle değil, adaletle hareket eder. Ahlâkı olmayan bir direniş, zamanla kendi içinde bir despotizm üretir. Dün karşı çıktığı şiddeti, bugün kendi yöntemine dönüştürür. Oysa hakikatin yolcusu, karşısındakine benzememek için direnir. Fark, sadece ne söylediğinde değil, nasıl söylediğindedir.
Ahlâk, direnişçinin pusulasıdır. Her teklif bir sınav, her kışkırtma bir imtihandır. Hedefe çabuk ulaşmak için değerlerinden vazgeçmek, görünürde kazanmak gibi dursa da, aslında ruhen tükenmektir. Direnişçinin ahlâkı, en zor zamanda bile adalet terazisini elden bırakmamaktır. Çünkü bu mücadele, sadece zalimi yenmek değil; kendindeki zulüm ihtimalini de yok etmektir. Ahlâkla yürüyen bir direniş, sadece sonuçlarıyla değil, süreciyle de temizdir.
Mazlum kalmak, her zaman ahlâklı kalmak değildir. Gerçek direniş, hem mazlum kalmak hem de adaletle davranmaktır. “Zulme uğrayanın her yaptığını mazur görmek” yerine, her durumda adil kalmayı seçmek gerekir. Bu yüzden direnişçinin dili, bedeni, davranışı; hepsi şahitlik taşır. O şahitlik, zaferden daha kıymetlidir. Çünkü bu yol, sadece kazanmak için değil, doğru kalmak için yürünür. Kirlenmemek, bu yürüyüşün en zor ama en onurlu tarafıdır. Direnişçinin cephesi temizse, yarın kuracağı dünya da temiz olur.
***
Direnişin omuz omuza hali
Direniş bir kişinin yüreğiyle başlasa da, bir halkın vicdanına dokunmadan tamamlanamaz. Çünkü hakikatin yükü ağırdır ve bu yük tek bir omuzla taşınamaz. Kolektif ruh, direnişin görünmeyen kuvvetidir. Aynı ideale inananların, aynı acıyı paylaşanların, aynı duaya amin diyenlerin birliğiyle şekillenir. Bu ruh, bir protokol değil, bir ahlâk birliğidir. Aynı safta durmak, sadece mekânsal bir yakınlık değil, kalplerin aynı istikamette çarpmasıdır. Direnişin kolektif boyutu, ferdin sabrını çoğaltır, yalnızlığını azaltır, kararlılığını derinleştirir.
Omuz omuza durmak, sadece fiziksel bir temas değil, aynı derdi yüklenmektir. Birinin düşmesiyle diğerinin eğilmesi, birinin susmasıyla diğerinin haykırması, birinin yorgunluğuna diğerinin duasıyla kanat olmasıdır. Kolektif ruh, direnişçiyi bir öfke taşıyıcısı olmaktan çıkarır, bir rahmet taşıyıcısına dönüştürür. Çünkü yalnız başına direnenin nefreti büyüyebilir. Ama birlikte yürüyenler, birbirlerini dengeleyen bir merhamet halkası oluşturur. Direnişin kitleselliği, hakkın sesiyle buluşunca bir inkılaba dönüşür.
Her direniş, bir cemaat ister. Ama bu cemaat, sadece sayı değil, anlamdır. Kalabalık olmak yetmez; kolektif olmak gerekir. Farklılıklarla bir arada kalabilmek, çatışmadan dayanışmaya geçebilmek, nefsî çıkarları ortak ideale feda edebilmek, kolektif ruhun imtihanıdır. Direniş, sadece karşıya karşı değil, içe karşı da verilir. O içteki benlik savaşını kolektif ruhla aşmak mümkündür. Biz bilinci, sadece duvar yazılarında değil, zihin ve kalp ikliminde yer bulmalıdır. Yoksa birlikte olunup ayrı düşülebilir; bir araya gelinip yalnız kalınabilir.
Kolektif ruh, direnişi sırtlayan omuzların kardeşliğini üretir. Bu kardeşlik, duyguda değil ilkede buluşur. Hakkı savunmak için bir araya gelenlerin kardeşliği, kan değil ahlâk üzerine kuruludur. Direnişin ruhu, birbirini gözeten, eksik olanı tamamlayan, yorulana el veren bir gövde oluşturur. O gövde ne kadar güçlü olursa, direniş o kadar dayanıklıdır. Omuz omuza durmak, aynı sancıyla kıvranmak ama aynı umutla yürümektir. O yüzden kolektif ruh, bir zafer stratejisi değil, bir sadakat biçimidir.
***
Direnişin unutmayan zihni
Unutmak, zalimlerin en büyük silahıdır. Çünkü hatırlayan bir toplum, zulmü tekrar yaşatmaz; unutan ise aynı yıkımın figüranı olmaya mahkûmdur. Direnişin zihni, sadece eylemde değil, hafızada başlar. Çünkü her isyan bir hatırlayışla doğar. Hangi zulüm, hangi yoksulluk, hangi ihanetse fitili ateşleyen; o acıların unutulmaması gerekir. Hafıza, sadece geçmişin arşivi değil, geleceğin pusulasıdır. Unutulan her yara, bir gün yeniden açılır. Bu yüzden direnişçinin zihni taze değil, köklü olmak zorundadır. O kök, toprağın altında sessizce büyüyen ama en sağlam duran yerdir.
Köklü hafıza, romantik bir geçmiş özlemi değildir. Bilinçli bir hatırlayıştır. Neyi, neden kaybettiğimizi unutmamaktır. Direniş, sadece bugüne karşı değil, dünün ihanetlerine de verilen bir cevaptır. Bu nedenle, bir halk kendi geçmişini ne kadar hatırlıyorsa o kadar dirençlidir. Hatırlamak; kim olduğumuzu, nerede durduğumuzu ve kimin karşısında olduğumuzu unutmamaktır. Unutanlar, taraf değiştirdiğini bile fark etmeden saf değiştirir. Hafızasını kaybeden bir direniş, kendini sadece anlık tepkilere hapseder, stratejik düşünemez, hedefini şaşırır.
Bugünün zalimleri, dünün unutturulmuş yüzlerinden doğmuştur. O yüzden, her hak mücadelesi bir hafıza inşasıdır da aynı zamanda. Toplumlara sadece bilgi değil, hafıza da lazım. Çünkü bilgi biriktirir, hafıza bağ kurar. Direnişçinin zihni, bağ kurarak büyür. Acıyı adalete, ihaneti sadakate, yıkımı yeniden inşaya dönüştüren köprü hafızadır. Bu köprü olmadan, ne eylem anlamlı olur ne sonuç kalıcı olur. Hafıza, eyleme derinlik, hedefe istikamet kazandırır.
Direniş, zamana karşı bir mücadele olduğu için, ancak köklü hafızası olanlar tarafından sürdürülebilir. Dün ne için kıyama kalktığını bilenler, bugün nerede durması gerektiğini de bilir. Her yeni nesil, bu hafızayı devralarak ilerlemelidir. Aksi halde mücadele, her kuşakta baştan başlar ve hiç mesafe alamaz. Direnişin kalıcılığı, hafızanın sürekliliğine bağlıdır. O yüzden hatırlamak, sadece bir duygu değil, bir direniş biçimidir. Çünkü köksüz bir zihin, rüzgârla savrulur ama köklü hafıza, fırtınada bile ayakta kalır.
***
Kapanmayan yara
Her direnişin içinde bir yara vardır. Bazen bir çocuğun yoksul bedeni, bazen bombalanmış bir evin yıkık duvarı, bazen bir annenin boş kalan kucağıdır o yara. Direniş bu acıyla başlar ama o yara asla tam anlamıyla kapanmaz. Çünkü direniş, sadece zulme karşı değil, o zulmün ardında bıraktığı tarifsiz boşluğa da bir cevaptır. Kapanmayan yara, unutulmayan bir utançtır insanlığın. Bu acı, direnişçinin içinde taşıdığı ağır ama kutsal bir emanettir. O acı çekilmemiş olsaydı, direniş doğmazdı. Ama acı dinmediği için direniş de bitmez. İşte bu yüzden, gerçek direnişçilerin gözünde hiçbir zaman tam bir zafer parıltısı yoktur. Çünkü kazansalar bile kaybettiklerinin sessiz çığlığı hep içlerinde yankılanır.
Kapanmayan yara, sadece kayıpların matemini tutmaz; aynı zamanda insanın adalet duygusunun canlı kalmasını sağlar. Acı çekmeyen insan kolay unutandır. Ama yarası olan unutmaz. Direnişin vicdanı, bu unutulmamış acıyla beslenir. Bu yüzden, mücadele edenler sadece düşmana karşı değil, içlerinde büyüyen sızıya da direnirler. Direnişi yücelten şey, bu iç acıyı kinle değil adaletle yoğurabilmektir. Çünkü acıdan nefret doğurmak kolay, ama o acıyı merhametle onarmak zordur. Gerçek direniş, zalimleşmeden direnebilmektir. Bu da ancak yarasına sabreden, yarasıyla baş etmeyi öğrenen insanla mümkündür.
Acının unutulması istenir çoğu zaman. İnsanlar, rahatlamak için unutmayı seçer. Ama direnişçinin lügatinde unutmak yoktur. Çünkü unutulan her yara, zalimin bir kez daha cesaret bulması demektir. O yüzden direnişçinin yüreğinde taşıdığı her yara, sadece bir acı değil, aynı zamanda bir hatırlatmadır. “Burada bir haksızlık yaşandı. Bu unutulursa bir daha yaşanacak” diyen sessiz bir çığlıktır. Kapanmayan yara, insana yol gösteren bir pusula gibi işler; seni nereye gidersen git, o ilk acının doğduğu yere geri döndürür.
Bu yüzden her direniş, hem dışa karşı bir ayaklanma hem içe karşı bir yüzleşmedir. Acının inkârı değil, ikrarıdır. Onu bastırmak değil, onunla yaşamayı öğrenmektir. Kapanmayan yara, sadece zayıflığın değil, aslında en büyük gücün de kaynağıdır. Çünkü o yara sayesinde insan, ne için yürüdüğünü, neye karşı durduğunu unutmadan ilerler. Direnişin devamlılığı, bu yaranın diri kalmasından geçer. O yüzden acıyan her yerin, bir adalet çağrısına dönüştüğü yerde, gerçek direniş başlar.
***
Denge ve hikmet
Direniş, yalnızca haykırışla, öfkeyle ve kararlılıkla yürütülen bir eylem değildir. Aynı zamanda bir terazidir: hakkı zalime karşı savunurken kendi nefsinde adaleti tutturma çabasıdır. Bu terazinin iki kefesi vardır: biri güç, biri hikmettir. Güç harekete geçiren enerjidir; hikmet ise o enerjinin nereye yöneltileceğini tayin eden akıldır. Güçsüz direniş ayakta duramaz ama hikmetsiz direniş de hedefinden sapar. Bu yüzden direniş, yıkıcı bir öfkeye dönüşmeden, yapıcı bir ahlâka evrilmelidir. Aksi hâlde zalimle hesaplaşmak için yola çıkan, kendi içinde bir zalime dönüşür.
Hikmet, bilgiden daha derindir. Çünkü bilgi ne yapılacağını söyler, hikmet ise ne zaman ve nasıl yapılması gerektiğini fısıldar. Direnişin hikmeti, düşmanın yöntemlerini taklit etmeden onu alt etmeyi bilmektedir. Direnişin denge terazisi, düşmanı alt etmeyi değil, zulmü durdurmayı hedefler. Bu ayrım küçük gibi görünse de, ruhun yönünü belirleyen büyük bir farktır. Hikmetle direnen, sadece zalimi değil, zulmü hedef alır. Oysa hikmetsiz direniş, bireye odaklanır, yapıyı ıskalar. Kişilere öfke büyüdükçe sistem gözden kaçar, düşmanın isimleri değişir ama zulüm devam eder.
Denge, direnişin içsel terbiyesidir. Denge yoksa bir fikrin taşıyıcısı da yoktur. Çünkü bir fikir ne kadar haklı olursa olsun, onu taşıyan kişi adalet terazisini kaybetmişse, o fikir zulümle eşitlenir. Hz. Ali’nin ifadesiyle, “Hakkın yanında batıl bir adam, batılın yanında hak bir adamdan daha tehlikelidir.” Direnişçinin denge terazisi, nefsini de tartabilmelidir. Çünkü en büyük yıkım dıştan değil, içten gelir. Aşırılık; kendini haklı görenin haddini aşmasından doğar. Oysa hikmetli olan, düşmanına bile adil davranmak zorunda olduğunu bilir. Bu hem ahlâkî hem stratejik bir duruştur. Çünkü hikmetli bir direniş, muhatabını da insanlaştırır, insanlığa davet eder. Aşırılık ise düşmanı canavarlaştırır, kendini ise onun karikatürüne dönüştürür.
Direnişin en büyük zaferi, düşmanı alt etmek değil, kendini koruyarak adaleti ayakta tutabilmektir. Bu da ancak dengeyle, hikmetle mümkündür. Terazisi olmayan her mücadele, er ya da geç bir başka aşırılığın malzemesi olur. Bu yüzden direnişçinin duası sadece zafer değil, denge ve hikmet olmalıdır. Çünkü zafer gelip geçer ama adaletin terazisi yerinde kalırsa, o zafer nesiller boyunca bir örnek olur.
***
Direnişin nefsini yenmiş aktörü
Her direniş dışarıdan başlasa da içeriden yürür. İnsan, zalime karşı yumruğunu sıkmadan önce nefsine karşı yumruğunu gevşetmeyi öğrenmelidir. Çünkü gerçek irade, öfkeyi dışa savurmak değil, öfkeyi içte eğitmektir. Direnişin aktörü, sadece meydanlarda değil, gecenin sessizliğinde, nefsinin fısıltılarına karşı dik durduğu anlarda inşa edilir. Direniş, ancak irade terbiyesiyle süreklilik kazanır; çünkü öfke anlıktır, ama irade sabırla yoğrulan bir yürüyüştür. O yüzden direniş, hızlı koşanların değil, adımını her seferinde doğru yere basanların işidir.
İrade terbiyesi, neyi yapmamak gerektiğini bilmektir. Direnişçinin en büyük gücü, sabrederek vazgeçtikleridir. Nefsin arzularını bastırmak, düşmanın baskısını kırmaktan daha zor olabilir. Çünkü dış düşmana karşı topluca direnilir ama nefsinle yalnız kalırsın. Bu yalnızlıkta karar vermek, işte orada gerçek direniş başlar. Haklı bir davayı, yanlış bir yöntemle kirletmemek; zulme karşı direnirken zalimleşmemek; zaferin sarhoşluğunda ahlâkı yitirmemek… Tüm bunlar iradenin terbiyesini gerektirir. Direnişin aktörü, önce kendini yönetendir; çünkü kendini yönetemeyen birinin başkasını yönlendirme iddiası zulüm üretir.
İrade terbiyesi, duyguları inkâr etmek değil, onları itaat ettirmektir. Korku duyulur, ama korkuya esir olunmaz. Öfke hissedilir, ama onun diliyle konuşulmaz. Zafer arzulanır, ama onun için her şey mubah sayılmaz. Direnişçi, iradesini eğittikçe dilini, bakışını, kararlarını, hatta suskunluğunu bile kontrol etmeye başlar. Bu denge hali, onu hem daha etkili hem de daha sahici kılar. Çünkü halklar sadece sloganlara değil, kararlılıkla yoğrulmuş kişiliklere inanır. Direnişçinin sözü ancak iradesinin güvencesi kadar inandırıcı olur.
Nihayetinde, gerçek direnişçi başkasını değil önce kendini yenen kişidir. Çünkü irade terbiyesi olmayan bir mücadele, eninde sonunda içten çürür. Dış düşmanı yener ama içindeki zaafları büyütür. Bu yüzden direnişin iradeli aktörü, yalnızca bir dava taşıyıcısı değil, aynı zamanda ahlâkın muhafızıdır. Direnişin devamlılığı da, güvenilirliği de, derinliği de bu terbiyede gizlidir.
***
Şuurla beklemek
Direniş yalnızca yürümek değil, beklemektir de. Ama bu bekleyiş bir tembellik değil, bir bilinçtir. Şuurla beklemek, zalimin açığını kollamak değil, kendi içindeki boşlukları doldurmaktır. Çünkü hazırlıksız bir çıkış, haklı bir davayı bile zayıflatabilir. Sabırla örülen zaman, eylemin mayasıdır. Anı geldiğinde patlayan bir hakikat, yıllarca birikmiş bir şuura dayanır. İşte bu yüzden sabır, sadece tahammül değil, örgütlü bekleyiştir. Direnişçinin sabrı, neyi beklediğini bildiği ölçüde değerlidir. Rastgele bekleyen yorulur; fakat şuurlu bekleyen, her gecikmeyi bir eğitim gibi yaşar. Çünkü bilir ki devrim, sabırsızlığın değil, sabrın çocuğudur.
Zamanın içinde sabırla kalmak, kendini dağıtmamakla mümkündür. Beklerken çözülmek kolaydır; umudu, enerjiyi, iradeyi yitirmek kolaydır. O yüzden şuurla beklemek, aynı zamanda kendini toparlamaktır. Her sessizlikte içe dönmek, her gecikmede daha fazla düşünmek, her ertelemede daha sağlam durmaktır. Mücadele yalnızca meydanda değil, zamana karşı verilen bu iç savaşta da yürütülür. Bir hamle için hazırlık, sadece teknik değil, ruhsal bir yoğunluktur da. Şuurla bekleyen, bekleyişi bir ibadet gibi yaşar; çünkü bilir ki zamanı gelen hakikat, onu taşıyacak bir bilinç ister. Bu yüzden beklemek, sadece dış şartların olgunlaşmasını değil, iç şartların da pişmesini beklemektir.
Bugün sabredenler, yarın yürüyenlerdir. Direnişçi, yarının adımını bugünden zihninde atan kişidir. O yüzden sabır, geri çekilme değil, ileri atılmanın provalarıdır. Bilinçli bekleyiş, halkları uyandırır; çünkü direnişin hakikati sadece eylemde değil, eylem öncesinde de görünür. Bir hareketin sağlamlığı, onun bekleyişindeki örgütlülükten anlaşılır. Dağınık bekleyiş, dağınık bir eyleme dönüşür. Fakat planlı, sabırlı ve şuurlu bir bekleyiş, zamanı geldiğinde bir akarsu gibi yatağını bulur. Beklemek, zamanla savaşmak değil, zamanı dost edinmektir. Çünkü zaman, hakkın dostudur ama sabrın sınavıdır.
***
Direnişin muhatabını doğru konumlandırması
Her direnişin ilk sorusu şudur: Kime karşı? Çünkü düşman doğru tanınmadıkça, mücadele hedefsizleşir; hedefsiz mücadele ise ya içe döner ya birbirini yer. Düşmanı tanımak, onun yüzünü değil, özünü görmektir. Bazen düşman bir sistemdir, bazen bir söylem, bazen de kişinin kendi zaaflarıdır. Fakat direnişçi, en önce düşmanın sınırlarını belirlemek zorundadır. Çünkü hedefi belirsiz olanın neyi savunduğu da, neye karşı çıktığı da anlaşılmaz. Düşmanı tanımayan, her şeyle savaşır gibi yaparken aslında hiçbir şeyi değiştiremez. Düşmanın mahiyetini anlamak, direnişi hedefli kılar, anlamlı kılar, meşru kılar.
Direnişçinin düşmanı şahıs değil, zulümdür. Düşman, kibriyle halkı ezen, hakkı istismar eden, sesi bastıran her yapıdır. Bu yapı bazen devlet olur, bazen sermaye, bazen medya, bazen de dinin içinden konuşan bir iktidar. Direnişçi, yüzeydeki isimlere değil, derindeki yapıya bakar. Çünkü isimler değişir, kişiler ölür, ama zulmün biçimleri devam eder. O nedenle direniş, yalnızca “kime karşı” değil, “neyin karşısında” sorusuna da cevap verir. Hedefini şahıslara sabitleyen mücadele, uzun ömürlü olamaz. Düşmanı doğru tanımak, öfkenin değil, adaletin kılavuzluğunda olur. Çünkü öfke düşman yaratır, ama adalet düşmanı teşhis eder.
Düşmanı tanımak, onun taktiklerini bilmek, yöntemlerini çözmektir. Düşman sadece vurmaz; kandırır, oyalatır, bölüştürür, anlamı çarpıtır. Direnişçi, bu tuzakları tanımadan zaferi göremez. Düşmanı tanımak, sadece karşıya bakmak değil, kendi içindeki iş birlikçiyi de görmektir. Nefse sızmış korku, çıkar arzusuyla yumuşatılmış dil, adalet kisvesiyle yapılan uzlaşmalar… Tüm bunlar direnişi içeriden çürütür. Düşmanı tanımak, aynı zamanda kendini korumaktır. Çünkü zulüm dışarıdan saldırır, ama içerdeki gafletle büyür.
Ve nihayet, düşmanı tanımak düşman gibi olmamaktır. Onun yöntemlerine özenmek, onun gücünü kutsamak, onun dilini kullanmak… Bu, direnişin en sinsi çöküşüdür. Direnişçi, düşmanı tanıdıkça kendi safını berraklaştırır. Kim olduğunu, neyi savunduğunu ve neye asla benzeyemeyeceğini bilir. Bu bilinç, onu hem ahlâken hem siyaseten güçlü kılar. Çünkü gerçek güç, düşmanın silahını almak değil, onun zulmüne benzememektir.
***
İç direnişin estetiği
Büyük direnişler, küçük savaşların kazanılmasıyla başlar. Ve bu küçük savaşların en zoru, insanın kendi nefsiyle verdiği mücadeledir. Çünkü dıştaki düşman bellidir, fakat içteki düşman şekil değiştirir, ses değiştirir, bazen vicdan gibi konuşur, bazen merhamet gibi, bazen de akıl gibi. O yüzden iç direniş, en karmaşık ama en belirleyici cephedir. Nefisle savaşmayanın direnişi dışa aksa da sızar, parlayıp sönmeye mahkûmdur. Çünkü içteki zafer olmadan dışta istikrar olmaz. Direniş, önce kalbin terazisinde tartılır. Kalp eğrilmişse söz doğrulmaz. Niyet bulanıksa hedef netleşmez. İç direnişin estetiği, bütün eylemlere vakar ve tutarlılık kazandırır.
Nefsine esir olanın adaleti de esirdir. Nefsine uyanın öfkesi adalet kılığına bürünür, sevgisi bile rüşvet kokar. Oysa direnişçi, içindeki zaafları yenerek dışa adalet taşır. Direnişin estetiği burada başlar: Kendisini yenen bir insanın susuşu bile bir çağrıdır. Çünkü iç direniş sessizlikle bile konuşur. Gösterişten arınmış bir ahlâk, eylemin en güçlü biçimidir. Nefisle mücadelenin görünmez çizgisi, direnişi samimiyetten koparmadan sürdürmenin yegâne yoludur. Bu estetik, şatafatsız bir asalettir; bağırmadan da duyulan, yürümese de iz bırakan bir derinliktir.
İç direnişin bir diğer estetiği, süreklilikte saklıdır. Nefsine kapılan direnişçi, övgüyle şımarır, yergiyle kırılır. Ama içini dengelemiş olan, sabırla yürür, sarsılmaz. Çünkü içindeki direnişi kazanmış insan, dışındaki baskılardan etkilenmez. Nefis terbiyesi, direnişçinin ruhuna estetik bir denge, sesine ahenk, adımlarına kararlılık verir. Böylece mücadelesi sadece sonuçla değil, yöntemle de güzelleşir. Direnişin anlamı sadece zafere ulaşmak değil, o yolda insan kalabilmektir. Ve insanlık, önce kendi içindeki karanlıkla yüzleşerek korunur.
Sonuç olarak, iç direniş, dıştaki zulmün tam zıddıdır. Çünkü zulüm, nefsin dışa taşmış biçimidir; direnişse, nefsin dizginlenmiş hâlidir. Bu yüzden iç direnişi olmayanlar, zulmün başka bir biçimine dönüşür. Oysa gerçek direnişçi, nefsini yenerek hem karşısındakini tanır hem de kendini inşa eder. Direnişin estetiği, bu ahlâkî üstünlükle tamamlanır.
***
Maksada giden yolun meşruiyeti
Bir dava, sadece hedefiyle değil, o hedefe hangi yoldan yürüdüğüyle de anlam kazanır. Hedef ne kadar yüce olursa olsun, ona ulaşmak için harcanan yolun kirli olması o yüceliği gölgeler. Direniş, sadece bir menzile varış değil, o menzile hangi ahlâkla gidildiğinin de hikâyesidir. Ahlâksız zafer, aslında büyük bir yenilgidir. Çünkü zulmü devirmek için zulmün diline, baskının yöntemine, yalanın biçimine başvurmak, zulmü sadece yön değiştirerek yeniden üretmektir. Bu yüzden direniş, sadece sonuç merkezli bir çaba değil, süreç merkezli bir imtihandır. Hedefin ahlâkı, sürecin temizliğiyle ölçülür. Temiz ellerle kirli rejimler yıkılabilir, ama kirli yollarla kurulmuş bir düzen adalet getiremez.
Direnişçinin zihni, her zaman şu soruyla sınanmalıdır: “Bu yaptığım şey, eğer yarın iktidar olursam da savunacağım bir ahlâkı mı taşıyor?” Çünkü bugün uğruna savaştığı ilkeleri, yarın konum kazanınca terk edecekse, onun yürüyüşü mücadele değil, yalnızca öfke yönetimidir. Hedefin ahlâkı, bu yüzden bir vicdan terazisidir. Güçsüzken dillendirdiği doğruları güçlü iken unutmayacak bir sadakat gerektirir. Bu sadakat, sadece insanlara değil, hakikate karşıdır. Hakikatin tarafında olmak, sonuç almaktan daha kıymetlidir. Çünkü sonuçlar geçicidir, ama ahlâkla yürütülmüş mücadeleler zamanın vicdanına kazınır.
Ahlâksız mücadele, dıştan ne kadar başarılı görünse de içte çürümüş bir yapıdır. İftirayla yürütülen bir kampanya, yalanla büyütülen bir halk desteği, şiddetle bastırılan bir muhalefet… Bunlar bir süreliğine direniş gibi görünebilir, ama uzun vadede hem toplumu hem mücadeleyi kirletir. Direnişin temizliği, yalnızca düşmanını yermekle değil, kendi dilini, yöntemini, müttefiklerini ve araçlarını da sorgulamakla mümkündür. Çünkü şeytana karşı savaşan birinin şeytanîleşmesi en büyük çelişkidir. Bu çelişki, sadece kişileri değil, hareketlerin tamamını itibarsızlaştırır. İşte bu yüzden, hedefin meşruluğu kadar, o hedefe yürüyen yolların da meşru olması gerekir.
Direnişin ahlâkı, bir toplumu yalnızca zalimlerden değil, zalimleşme ihtimalinden de korur. Hedefe ulaşmak için her yol mubahsa, o hedef kutsal değil, sadece stratejiktir. Oysa bizim aradığımız kutsal olanı gerçekleştirmektir. Bu da ancak, yolun ahlâkını hedefin ahlâkı kadar önemseyen bir bilinçle mümkündür. Çünkü hak yolda yürümek, hakkı savunmaktan önce gelir. Hakkı kirli yolda savunmak, onu tanınmaz hâle getirir. Direniş, bu yüzden sadece bir “karşı çıkış” değil, aynı zamanda bir “ahlâk teklifidir”. Bu teklif, yolun temizliğinde saklıdır.
***
Sözü kirleten dilden, sözü dirilten dile geçiş
Her çağın kılıcı değişir. Bugünün kılıcı kelimedir. Kelimeyle öldürülür masumiyet, kelimeyle büyütülür yalan, kelimeyle meşrulaştırılır zulüm. Medya, bu çağın en büyük meydanıdır ve o meydanda söz, ya bir silah ya da bir sığınak olur. Direnişin dili bu yüzden yalnızca bir anlatım aracı değil, bizzat direnişin kendisidir. Medya dili kirliyse, mücadele kirlenir. Çünkü kitleleri diriltmekle yükümlü bir hareket, diliyle zihin inşa eder ya da bozar. Sözü kirleten dil, adaleti örter. Sözü dirilten dil ise hakikati açığa çıkarır. Bu yüzden direnişin medya ile ilişkisi, sadece teknik değil, ahlâkî bir meseledir.
Bugün medya, iktidarların borazanı olduğu kadar muhaliflerin de çıkar aracı hâline gelmiştir. Direnişin dili çoğu zaman ya ezber slogana ya da karanlık propagandaya sıkışır. Oysa direnişin dili, hem halkın kalbine hem de düşmanın vicdanına seslenebilecek berraklıkta olmalıdır. Çünkü direnişin haklılığı, ancak dile döküldüğünde tanınır. Yalanla inşa edilen bir kampanya, hakikatin üzerini örter. Abartıyla, nefretle, hedef göstererek yürütülen medya dili, mücadeleyi ahlâkî zeminden çıkarır. Direnişin dili, öfkesini bile adalet terazisinde tartmalıdır. Çünkü kalem, kılıçtan keskindir ama kalem adaletle kesmezse, zulmün yeni bir biçimine dönüşür.
Medya, aynı zamanda direnişin belleğidir. Unutulmuş acılar, görmezden gelinen adaletsizlikler, susturulan sesler, doğru bir medya diliyle yeniden gündeme taşınabilir. Ama medya, sadece hatırlatmakla değil, aynı zamanda diriltmekle de sorumludur. Anlatılan hikâyeler, yazılan başlıklar, kullanılan imgeler… Hepsi toplumsal vicdanı biçimlendirir. Direnişin dili bu yüzden sadece “ne söylendiği” ile değil, “nasıl söylendiği” ile de ahlâkî bir değer taşır. Çünkü doğru sözü yanlış bir dille söylemek, hakikati çarpıtmaktır. Direnişin dili, hakikatin şahitliğini üstlenen bir dildir; yani kelimelerle yalan söylenmez, kelimelerle hakikat gösterilir.
Sözü kirleten dil, düşmanı küçültürken kendini büyütür. Oysa sözü dirilten dil, düşmanı bile insanlık onuruyla ele alır. Çünkü direnişin hedefi, sadece düşmanı alt etmek değil, insanlığı yükseltmektir. Bu da ancak merhametle inşa edilmiş bir dille mümkündür. Direnişin dili, hem adaletin hem estetiğin hem de sadakatin aynasıdır. Medya, bir davayı yüceltir ya da onu yerin dibine sokar. Bu yüzden direnişin medyası, sadece sesini değil, ruhunu da korumalıdır.
***
Zamanla direnmeyi öğrenmek
Direniş, bir anlık öfkenin ateşiyle başlasa da ancak sabrın çimentosuyla ayakta kalır. Çünkü zulüm sabırlıdır, tuğla tuğla örer istibdadın duvarını. Direniş ise o duvarı bir darbeyle yıkamaz çoğu zaman, sabırla söker taşlarını. Bu yüzden sabır, teslimiyet değil bilakis en radikal karşı koyuştur. Zamanın tuzaklarını bozabilen, vaatlerin ayartıcılığına kanmayan, yalnızlığa dayanabilen bir bilinçtir sabır. Sabır, beklemek değil, beklerken direnmek; susmak değil, sustuğunda bile hakikati içinde büyütmektir. Direnişçinin içindeki ilk kale, sabırdır. O kale yıkıldığında, en yüksek sloganlar bile sönük kalır.
Sebat ise yürümeye devam etmektir. Yol karardığında, dostlar azaldığında, umutlar tükenir gibi olduğunda bile aynı istikamette ısrar etmektir. Direnişin gerçek ruhu, sabırla sebatın kardeşliğinde doğar. Çünkü anlık coşkularla başlatılmış her hareket, zamana yenilir. Kalıcı olan, zamana karşı yürüyebilen iradedir. Sebat, istikametini şaşırmamak; günübirlik kazançlara aldanmamak; bir adım daha atacak gücü kendinde bulmak demektir. Büyük yürüyüşler, küçük adımların sabırla ve sebatla birleşmesinden doğar. Direniş, slogan değil, sebatla örülmüş bir hayattır.
Sabır ve sebat, sadece bireyin değil, bir topluluğun ruhunu da ayakta tutar. Çünkü sabırlı bir toplum, hakikati beklemeyi değil, hakikat için suskunluğu ve fedakârlığı göze almayı bilir. Sebat eden bir cemiyet ise günü kurtaran değil, çağı inşa eden olur. Direniş, sabırsızların sığ sularda boğulduğu bir denizdir. Ancak sabırla yüzenler, hakikatin kıyısına varabilir. Bu kıyıya ulaşmak için, sabırla kendi nefsini dizginlemek; sebatla geceyi aydınlatacak bir mum yakmak gerekir. Çünkü zafere değil, sadakate aşıktır direniş. Ve sadakat, sabırla sebatın en mahrem adıdır.
***
Zihnin haritalandığı coğrafya
Direniş sadece düşüncede kurulmaz, bir yere tutunarak yaşar. Mekân, fikrin vücut bulduğu yerdir. Hangi taşın üstüne basıldığı, hangi kapının önünde durulduğu, hangi sokakta yüründüğü direnişin dilini de yönünü de belirler. Çünkü mekân, sadece fiziki bir zemin değil, zihinsel bir haritadır. Kudüs mesela, sadece bir şehir değil, bir direniş hafızasıdır. Cezayir’in Kasbah sokakları, Şam’ın mahfilleri, Bosna’nın camileri… Bunlar sadece koordinatlar değildir; direnişin kokusunun, sesinin ve duasının yankılandığı yerlerdir. Bir direniş, mekânsız kaldığında manasızlaşır. O yüzden direniş, önce bir mekâna ayak basar; orada büyür, oradan konuşur, orada can verir.
Zihnin haritası da bu mekânlarla örülür. Direnen bir halkın haritası, sadece sınır çizgileriyle değil, uğruna can verilen sokaklarla, sessizce dua edilen mescitlerle, şehitlerin gömüldüğü topraklarla çizilir. Direnişçinin hafızası, mekânla şekillenir. Hangi duvarın arkasında beklemişse, hangi meydanda susmuşsa, hangi evde misafir olmuşsa o yerler zihninde kutsallık kazanır. Direnişin mekânı, sadece taktiksel bir alan değil, bir aidiyetin evidir. Bir taş, bir bayrak, bir kapı kolu… Direnişin coğrafyasına ait olan her parça, kimliğin bir harfidir. Bu yüzden mekânı terk etmek, sadece bir yeri değil, bir anlamı bırakmaktır.
Ancak mekân sadece hatırlanmakla değil, yeniden üretilmekle de direnişe katılır. Terk edilmiş bir mescit, yeniden dirilişin kıblesi olabilir. Harabeye dönmüş bir okul, hakikat dersi veren bir üsse dönüşebilir. Mekânı yeniden kurmak, direnişi yeniden inşa etmektir. Çünkü bir halk mekânını kaybederse yönünü, yönünü kaybederse kıblesini yitirir. Kıblesini yitiren bir direniş ise yönsüz bir öfkeye, köksüz bir hamasete dönüşür. Bu yüzden direniş, mekânla bağını canlı tutmalı; sokağın, evin, toprağın, dağın, caddenin anlamını unutmamalıdır. Çünkü coğrafya sadece kader değil, aynı zamanda karardır. Nerede direndiğimiz, neye inandığımızın en sade ifadesidir.
***
Kadın ve direniş
Kadın, bir direnişin en sessiz ama en derin cephesidir. O sadece yaraları saran değil, direnişin mayasını karan kişidir. Bir çocuğun yüreğine cesaret tohumunu eken, bir erkeğin omzundaki sorumluluğu dua ile büyüten, bir mahallenin direncini sabırla besleyen odur. Kadın, direnişte silah değil, duadır çoğu zaman. Ama o dua, tankların önüne yatar; gözyaşı, düşmanın kibirli çizmelerinin altını kayganlaştırır. Kadın, görünmezliğin içinden görünürlüğü inşa eder. Evdedir ama meydandadır. Susar ama en yüksek söz onun bakışında saklıdır. Çünkü zulme karşı merhametin direncidir kadın. Ve merhamet, en örgütlü öfkedir.
Kadın, direnişi taşıyan değil, doğuran kişidir. Yeni bir çağın tohumu onun rahminde filizlenir. Bu yüzden bütün diktatörler, ilk önce kadınları hedef alır. Onların giyinişini, yürüyüşünü, anneliğini, tebessümünü, varlığını denetlemeye çalışır. Çünkü bilirler ki bir kadını susturmak, bir nesli susturmak demektir. Kadın direndiğinde, toprak direnir. Kadın direndiğinde, dil direnir. Kadın direndiğinde, gelecek geri çekilmez. O yüzden kadın, cephe gerisi değil, cepheyi kuran merkezdir. Onun ördüğü ekmekte sabır, yoğurduğu hamurda hakikat vardır. Bir çocuğun alnına sürdüğü koku, bir mücahidin alın teriyle karışır. Çünkü o sadece doğuran değil, yetiştiren, büyüten ve yönlendiren bir akıldır.
Ama direnişin kadını, sadece mağduriyetin temsili olmamalıdır. O, özneleşmiş bir bilinçtir. Sadece acının değil, kararın da sahibidir. Süslenmiş kurban değil, savaşın şahididir. Onun bakışı, işkencenin ayak izlerini taşırken aynı zamanda bir devrimin inşasını da kurar. Direnişin kadını, başörtüsünü meydanda açan değil; örtüsüyle meydanı dönüştürendir. Namusunu savunurken yurdunu da savunandır. Sessizliğini korurken, sessizliğin içinden yankı olan kadındır. O yüzden kadını direnişin vitrinine değil, vicdanına koymak gerekir. Çünkü kadın, bir direnişi temsil etmez; o direnişin ta kendisidir.
***
Çocuk ve direniş
Çocuk, direnişin en çıplak gerçeğidir. Onun korkmuş bakışında zulmün bütün kimliği ifşa olur. Bir oyuncak ayının parçalanmışlığı, bir okul çantasının kurşunla delinmiş hali, bir çocuğun adını unuttuğu ağlaması… Bütün bunlar, zalimin en korkak, direnişin en sahici tarafıdır. Çünkü bir çocuk susmaz, susturulur. Ve çocukların susturulduğu yerde, kurşunlardan önce kelimeler ölür. Direniş, çocukların hafızasında başka yazılır. Onlar, tankların gölgesinde büyüyen sessiz haykırışlardır. Ebeveynlerinden önce ölümü tanıyan, kardeşlerinden önce vatanı ezberleyen bir kuşaktır bu. Ve onların mazlumluğu, mukavemetle birleştiğinde, yeni bir çağ başlar.
Çocuk, sadece korunacak bir masumiyet değil, aynı zamanda direnişin geleceğidir. Bir taş atmayı öğrenen çocuğun yüreğine korkaklık işlemez artık. Anne karnında bombanın sesini duyan bebek, doğduğunda vakarla ağlar. Çünkü zulüm, en çok çocukların üzerine yıkılır ve o enkazdan büyüyerek çıkanlar bir daha eğilmez. Direnişin en temiz yakıtı, çocukların gözyaşıdır. Ama bu gözyaşı pasif bir acı değildir. Bu gözyaşı, taşları ıslatır, yıkılmış okulları yeşertir, bir günlüğün arasına saklanan hayalin tohumu olur. Çocuk, direnişin en saf şahididir. Henüz ideolojik kirlenmelere bulaşmadan, hangi safta durulması gerektiğini sezgisel olarak bilen bir sezgidir çocuk.
Bu yüzden direniş, çocuklar için değil, çocuklarla birlikte yürütülmelidir. Onlara bir gelecek bırakmak değil, onların geleceği uğruna şimdi ayakta kalmak gerekir. Çocuklar adına susmak, onlara yapılan en büyük ihanettir. Çünkü onlar ses bekler, söz bekler, kucak değil öncülük bekler. Çocuklar sadece hatırlanacak değil, birlikte yürünecek yoldaşlardır. Onların ellerinden tutmak, hem merhametin hem cesaretin en zarif birleşimidir. Çünkü bir çocuğun elini tuttuğunda, sadece bir insanı değil, bir çağın umudunu tutmuş olursun. Direniş, işte o ellerin bırakılmadığı yerde güç bulur. Mazlumlukla mukavemetin birleştiği o çağ, çocukların gözünden başlar, yürüyüşümüzün istikametini belirler.
***
İzzeti kaybetmemek için kızarmak
Direnişin en soylu yakıtı, utanma duygusudur. Utanma, insanın ilahi tarafına en yakın hâlidir; vicdanın sesidir, kalbin alarm sistemidir. Bir insan zulme alışırsa değil, utanmamaya alışırsa bozulur. Ve bir toplum utanmamaya başladığında çürümeye başlar. Oysa direniş, sadece öfkeyle değil, utanma duygusuyla da ayakta durur. Bir anne çocuğuna yemek veremediğinde, bir baba evladına mahcup olduğunda, bir genç zalimin karşısında başını eğdiğinde yüzü kızarıyorsa, orada hâlâ direniş vardır. Çünkü utanmak, izzetin son sığınağıdır. Utanmayan insan, zalimle aynı safta durmaya razı olmuş demektir.
İffet, sadece bedeni değil, kalbi de kuşatan bir perdeyse; hayâ, sadece mahremiyeti değil, onuru da koruyan bir zırhsa; o zaman utanmak, direnişin görünmeyen kalkandır. Bugün utanmak alaya alınırken, hayasızlık bir marifet gibi sunulurken, utanmayı hâlâ bir değer olarak taşıyanlar, direnişin sessiz neferleridir. Ellerinde pankart yoktur belki, sosyal medyada slogan atmazlar, ama bir kelimeyi telaffuz ederken yanakları kızarıyorsa, onlar hakikatin son burçlarını koruyordur. Çünkü utanmak, insanı insana bağlayan görünmez bir sözleşmedir. O sözleşme yırtıldığında, sadece ahlâk değil, mücadele de çöker.
Bu yüzden direniş, sadece düşmana karşı değil, kendi içimizdeki arsızlığa karşı da yürütülmelidir. Haya kaybolduğunda, yalan meşrulaşır. İffet kaybolduğunda, zulüm sıradanlaşır. Yüzü kızarmayanların sesi çok çıkar, ama vicdanı konuşmaz. Oysa gerçek direnişçi, bazen bir yanlışı görüp de hiçbir şey yapamadığında utanabilen kişidir. O utanç, bir gün harekete geçmenin, sorumluluğun ve kıyamın tohumudur. Ve işte o tohum, izzetin filiz verdiği yerdir. Çünkü kızarmayan yüzün ardından gelecek olan karanlık, sadece bir karanlık değil, bir halkın kendini inkârıdır. Direniş, o inkâra karşı kızarmayı sürdürebilen yüreklerle ayakta kalır.
***
Sınır koyan ahlâk, durduran vakardır
Direniş, sadece sokakta yürümekle olmaz; ruhun kuytularında, kalbin kıyılarında da yürünmelidir. İşte o yürüyüşün en mahrem adımı, kendini sınırlamaktır. Mahremiyet, insanın Allah’la arasına çektiği örtüdür. O örtü yırtıldığında sadece beden değil, şahsiyet de açıkta kalır. Çünkü mahremiyet bir utanma biçimi değil, bir vakarı muhafaza etme biçimidir. Direnişin en görünmeyen ama en güçlü cephesi budur: gözünü haramdan, sözünü boşluktan, gönlünü hayasızlıktan çekip tutan o iç duvarlar. Mahremiyet varsa, mücadele temizdir. Mahremiyet varsa, amaç kirlenmez. Çünkü mahremiyet, sınırsızlaşan her türlü kötülüğe karşı çekilmiş bir çizgidir. O çizgi silinirse, direniş sadece şekil olur; ruhunu kaybeder.
Zulüm, sadece toprak işgaliyle değil, zihin işgaliyle de olur. O yüzden mahremiyet, işgal altındaki kalbin özgürlük arayışıdır. Bedenler üzerinden yürütülen propaganda, kadın ya da erkek fark etmeksizin direnişin estetik kıymetini bozar. Direniş, çıplaklıkla değil, vakarla güzeldir. Bir örtü, sadece başı değil, bir düşünceyi de örter. O düşünce, kendini koruduğu sürece meydanlarda yürüyenlerin adımları bereketlidir. Ama mahremiyet kaybolduğunda, mücadele kendine yabancılaşır. Gözün taşıdığı haya, dilin sakındığı edep, duruşun taşıdığı vakar mahremiyetin dokusudur. O doku sökülürse, sadece mahremiyet değil, mahiyet de değişir.
O yüzden direnişin mahrem bir tarafı hep olmalıdır. Herkesin bilmediği, herkesin görmediği, herkesin müdahale edemediği bir iç sığınağa sahip olmak zorundadır direnişçi. O sığınak, kalbin mihrap duvarıdır. Orada niyet saklıdır, orada sabır beslenir, orada istikamet korunur. Mahremiyet, o istikametin pusulasıdır. Ve unutmamak gerekir ki, mahremiyet sadece kişisel bir tercih değil, toplumsal bir dirençtir. Toplumlar da mahremiyeti kadar izzetlidir. Gözün harama alıştığı, sözün utanmazlaştığı, davranışın sınır tanımazlaştığı yerlerde ahlâk ölür. Ahlâk ölünce de direniş sadece öfkeye dönüşür. Ama vakarla kuşatılmış bir öfke, yalnızca yıkmaz; inşa eder. Mahremiyetin direnişi budur: yıkmadan önce kendini tutmak, saldırmadan önce şahsiyetle durmak.
***
İhanetin büyüdüğü yerde sadakatle kalmak
Direniş, yalnızca bir karşı çıkış değil, bir bağlılıktır. Bir davaya, bir ahlâka, bir hatıraya ve en çok da bir insanlığa bağlı kalabilmektir. Vefa, geçmişe sadakat değil, geleceğe eminliktir. Çünkü vefasızlık, sadece unutuş değil, bir inşa sürecinin sabırsızca terk edilişidir. Oysa direniş, en çok hatırlayanların omzunda yükselir. Maziyi unutmayanlar, geleceği inşa eder. Vefa, mücadelenin hafızasıdır. Hafıza olmayan yerde davalar, öfkeler kadar sürer; umutlar, seçimler kadar yaşar. Bu yüzden vefasızlık, mücadeleye kurulan en sinsi tuzaktır. Savaşın en çetin ânında yalnız kalan bir yoldaşın hatırasına bile sadakatle bakmak, direnişin en sessiz silahıdır. Çünkü vefa, insana olan inancı diri tutar.
Bir önder, vefalı bir halkla anlam kazanır. Bir fikir, vefalı zihinlerde meyve verir. Ve bir mücadele, vefalı yüreklerde çoğalır. Bugün her şeyin hızla tüketildiği bu çağda, vefa yavaşlığın değil, derinliğin adıdır. Direnişin sığlaşmasının en büyük nedeni, vefasızlıkla gelen yüzeyselliktir. Eski dostlukların, yoldaşlıkların, mektupların ve hatıraların değerini kaybettiği bir yerde; mücadele sadece bir imaj olur. Oysa vefa, bir resim değil, bir kökleniştir. Kökü olmayan bir ağaç ne kadar yeşil olursa olsun, ilk fırtınada devrilir. Vefasızlar da böyle devrilir. Direnişin kökü, sadakattir.
Vefa, her zaman bir kişiye değil, bazen bir cümleye, bir bakışa, bir duruşa da duyulan bağlılıktır. Yolda düşen bir arkadaşın bıraktığı mendile bile sahip çıkmak, bir mabedin taşını yerinden oynatmamak kadar değerlidir. Vefa, inşa edilmiş her kutsal anlamı korumaktır. İhanetin çoğaldığı bir çağda, yalnız kalmayı göze alarak vefayı sürdürmek, en büyük direniştir. Çünkü vefa, modası geçmeyen bir sadakat biçimidir. O sadakat, hem geçmişi onarır hem geleceği hazırlar. Direniş, işte bu onarımla büyür. Bugün vefa göstermeyi güçsüzlük, unutmayı özgürlük sananların kurduğu düzen, aslında bir kimliksizlik düzenidir. Bu düzene karşı durmak, ilk adımı unutmamakla, ilk yoldaşı yalnız bırakmamakla başlar. Sadakat gösteren bir tek kişi kalsa bile, direniş bitmemiştir.
***
Dostluk ve direniş
Bir direnişi ayakta tutan sadece fikirler değil, omuzdaşlıklardır. Mücadele tek başına başlasa da yalnız sürmez; her dava bir dostlukla büyür, her yürüyüş bir kardeşlikle derinleşir. Direniş, bazen aynı duayı paylaşmaktır; bazen susarak anlayan bir gözle yola devam etmektir. Dostluk, direnişin sessiz harcıdır. O harç olmadan duvarlar çatlar, sözler dağılır, yürekler soğur. Her dostluk bir güven manifestosudur. Güven ise direnişin en sağlam silahıdır. Çünkü en büyük ihanet, omuz verene sırt çevirmektir. Ve en büyük zafer, dostun hatırasına sadakatle yaşamaktır. O yüzden direnişçi, sadece zalime değil, dostluğu aşındıran kayıtsızlığa da karşı çıkar.
Dostluk, birlikte susulan anlarda pişer, birlikte ağlanan gecelerde mayalanır. Aynı hücrede sabahlamayanlar, aynı kelimeyi aynı anlamla söyleyemez. Mücadele, bu beraberliklerin özetidir. Direnişin dostluğu, sadece bir zaman paylaşımı değil, bir kader ortaklığıdır. Bugün o dostluklar tüketiliyor, zira menfaatin, PR’ın, dijital beğeninin dostluk kılığına büründüğü bir çağdayız. Direniş ise, bu sahte birlikteliklere karşı gerçek dostlukları hatırlatma sanatıdır. Bir omuz verdiğinde yalnızca bedene değil, bir fikre de yaslanıyorsun. O fikrin hatırına da sadakat gerekir. Unutmak, dostluğu değil, kendini inkâr etmektir.
Bazen bir dostluk, bütün bir mücadeleyi taşıyabilir. Bilinmeyen bir yerde yapılan bir dua, unutulmayan bir bakış, sırtından alınan bir yük… Bunların hatırası, direnişin moral zemini olur. Dostluklar kaybolduğunda, mücadele teknikleşir, estetik ve etik boyutunu yitirir. Oysa dostluk, mücadeleyi kutsallaştıran duygudur. Dostun hatırasına sahip çıkmak, sadece bir geçmiş özlemi değildir; bir ahlâk inşasıdır. Çünkü dostluk, sözleşme değil, vicdani bir yemin gibidir. Sadakati bozulduğunda mücadele yetim kalır. Direniş, bu yetimliği kabul etmez. O yüzden hakiki dostluklar, direnişin en suskun ama en derin cephesidir.
***
Düşene el uzatan ahlâkın gücü
Direniş yalnızca yumrukla, sloganla ya da yürüyüşle yapılmaz; bazen en büyük direniş, ağlayan bir çocuğun başını okşamak, düşen bir kardeşe el uzatmaktır. Merhamet, zulme karşı koymanın en ince biçimidir. Çünkü zalim, önce kalpleri kurutarak hâkimiyet kurar. Merhameti yok edilen toplumlar, kolayca boyun eğdirilir. Direnişin özü bu yüzden yalnızca adalet değil, aynı zamanda merhamettir. Adaletin kılıcı kadar, merhametin sesi de güçlüdür. Merhamet, güçsüzlerin lüksü değil, güçlülerin imtihanıdır. Bir zalimin kalabalığına karşı tek başına duran bir yüreğin ardında çoğu zaman merhametle yoğrulmuş bir vicdan vardır.
Düşene el uzatmak, sadece insani bir tepki değil, aynı zamanda politik bir duruştur. Çünkü zulüm, en çok yalnızları hedef alır. Onları koruyamayan bir mücadele, kendi özünü de koruyamaz. Merhamet, direnişi estetikle buluşturan duygudur. Öfkeyi yontar, mücadeleyi insanlaştırır. Çünkü biz, öfkemizin değil, merhametimizin inşa ettiği bir gelecekte yaşamak isteriz. Merhamet göstermeyen bir direniş, zamanla kendi içinde zalimleşir. Mazluma merhamet etmeyen, zalime benzeme riskini taşır. Bu yüzden direniş, sadece karşı durmak değil, aynı zamanda yanında durmaktır. Bir yetimin gözyaşını silemeyen bir el, zalime karşı yumruk olmakta eksiktir.
Bugün merhamet, en çok da unutturulmak istenen bir haslettir. Çünkü sistem, merhameti zayıflık olarak kodladı. Hâlbuki merhamet, öyle bir kudrettir ki, sadece bir canı değil, bir çağı değiştirebilir. Hz. Musa’nın annesinin bir sepetle suya bıraktığı merhamet, Firavun sarayında bir devrimi büyütmüştür. Merhamet, devrimlerin görünmeyen öznesidir. Direnişçinin yüreğinde merhamet yoksa, onun zaferi geçicidir. Merhamet, zamanı aşar; kurşunu unutturur ama şefkati hatırlatır. Bu yüzden merhametle yoğrulmuş bir direniş, yalnızca galibiyet değil, bir insanlık armağanıdır. Her düşene el uzatmak, sadece onu ayağa kaldırmak değil, insanlığı da yeniden doğrultmaktır.
***
Yanan yüreği yoğuran sabır
Direniş, öfkeyle başlar ama sabırla büyür. Çünkü öfke bir kıvılcımdır, yakar ama yol göstermez. Yol gösteren, o ateşi içinde taşıyıp da etrafa zarar vermeden yönünü tayin edebilen iradedir. Öfke, insanın zulme karşı en doğal tepkisidir. Mazlumun ilk haykırışı, zalime ilk itirazı, haksızlığa karşı yükselen ilk titreşimdir. Fakat bu titreşim bir sarsıntıya dönüşmeden önce bir şekle girmelidir. O şekli sabır verir. Sabır, öfkeyi tüketmek değil, onu dönüştürmektir. Sabretmek, susmak değildir; zamanın kalbinde doğru anı beklemektir. Aksi hâlde öfke ya sahibini yakar ya da mücadelenin yönünü karartır. Direnişçi, öfkesini saklayan değil, onu yoğurarak hakikatin hizmetine sunan kişidir.
Öfke, bazen bir sömürü düzenine, bazen bir ihanete, bazen susturulan bir haykırışa karşı içte bir alev gibi yanar. Bu alevin içinde yanmadan yürüyen bir şahsiyet gerekir. Direniş, ham öfkenin değil, pişmiş öfkenin sanatıdır. Öfkesiyle hareket eden, düşmanına benzeme riskini taşır. Ama öfkesini ilkeye dönüştüren, yeni bir dünyanın temellerini atar. Hz. Musa’nın asasını yere vurması öfkenin değil, sabrın eylemidir. O asayı bekleten sabır, kırk yıl çölden geçen bir halkın sabrıdır. Direniş, işte bu uzun yürüyüşün adıdır. İçinde öfke vardır ama öfkenin yönü bellidir. Rastgele değil, hedefe yönelmiş, şahsa değil sisteme saplanmış bir öfkedir bu.
Bugünün dünyasında öfke kolayca köpürtülüyor. Sosyal medyada, sokakta, ekranlarda herkes bağırıyor. Ama çok az kişi yürüyor. Bağırmakla yürümek arasındaki fark, sabırdır. Sabırla yürüyenler, sesi değil sözü büyütür. Öfkenin geçiciliğini aşarak bir dava haline gelirler. Direnişçi, bu anlamda sadece muhalif değil, aynı zamanda muhasebecidir. Kendi öfkesini de sorgulayan, onun haklılık ölçülerini tartan, kişisel tepkileri ümmetin yüküyle dengeleyen kişidir. Öfkesini tanımayan, düşmanını da tanımaz. O yüzden direniş, öfke ile başlar ama sabırla tamamlanır. Yanan yüreği sabırla yoğurabilen, sadece zalimi değil, zamanın akışını da değiştirebilir.
***
Boyun eğmemenin ahlâkî zemini
İsyan, yalnızca bir haykırış değil, aynı zamanda bir tercihtir. Ve bu tercih, zalimin çağrısına “hayır” demekle başlar. Her isyan bir inkâr içerir; fakat bu inkâr sadece mevcut zulmün değil, zulmü meşrulaştıran değerlerin de reddidir. Direnişin isyanla kurduğu bağ, sadece itirazda değil, yeni bir ahlâkî zeminin inşasında yatar. Boyun eğmemek, sırf dik durmak değil, eğilmeyi reddetmenin anlamını taşımaktır. Çünkü boyun eğmek yalnızca fiziksel bir eğilme değildir; zihnin, kalbin ve vicdanın teslimiyetidir. Direniş, bu içsel teslimiyeti reddederek başlar. Bu yüzden en büyük isyanlar, sessizce yapılanlardır; çünkü onların sesi, dışarıda değil içeridedir.
İsyan bir kopuş değilse, bir bağlanıştır. Zulmün diline, yöntemine ve estetiğine benzemeyen bir karşı duruştur. İsyan eden, sadece bir şeye karşı değil, aynı zamanda bir şeye taraf olur. İşte bu taraf olma hali, ahlâkî bir sorumluluk doğurur. Sadece sistemin kötülüğünü değil, kendi niyetinin temizliğini de gözetmek zorundadır. Zira haklı bir isyan, yanlış bir yöntemle yapıldığında hakikatin kendisine zarar verir. Bu nedenle isyan, sadece bir cesaret değil, aynı zamanda bir bilinçtir. Firavun’un çağrısına hayır diyen Musa, bu hayır’ın bedelini biliyordu. Direnişçinin hayır’ı da bedel içerir. Eğer bir isyanın bedeli yoksa, o sadece bir çıkıştan ibarettir; ama bir hayatın sorumluluğunu taşıyorsa, işte o zaman devrim olur.
Modern dünyada isyan, çoğu zaman estetikle kamufle edilir. Yıkıcı, boş ve kişisel tepkiler isyan sanılır. Oysa gerçek isyan, bir adalet inşasıdır. Hem kendini hem toplumu yeniden kurma çabasıdır. Direnişçi isyan ettiğinde sadece devleti değil, kendi nefsini de sorgular. Çünkü zulmün dışarıda olduğu kadar içeride de olduğunu bilir. Bu yüzden boyun eğmemenin ahlâkî zemini, yalnızca dışsal bir duruş değil, içsel bir inşadır. Zalimle aynı araçları kullananın isyanı meşru olamaz. Bu nedenle direniş, isyanın ahlâkî sınırlarını tanımaktır. Bu sınırlar içinde atılan her adım, bir halkı ayağa kaldırabilir. Çünkü hakikî isyan, bir toplumu yerinden oynatan vicdanî bir çağrıdır.
***
Kalpleri kazanmadan düşmanı yenemezsin
Direnişin en güçlü cephesi kalptir. Çünkü gerçek zafer, sadece düşmanı geri püskürtmek değil, insanın fıtratına dokunarak onu hakikate ikna etmektir. Kalpleri kazanmadan düşmanı yenmek, sadece bir savaşın sonucunu değiştirebilir; ama dünyayı değiştirmez. Direnişçi, bu yüzden silaha değil, söze, öfkeye değil hikmete yaslanır. Zira hakikat sadece dayatıldığında değil, yaşandığında ve hissettirildiğinde kabul görür. İkna, direnişin en mahrem yoludur. Görünmez ama iz bırakır. Kılıçlarla yıkılan sistemler, kalpler kazanılmadıkça yeniden kurulur. Ne kadar bağırırsan bağır, dinlemeye razı olmayan bir kalbi kazanamazsın. Ama susarak, yaşayarak, direnerek bir kalbi kazanırsan, onun ardından gelen bir toplum da kazanılmış olur.
Direniş, bir davet gibidir. Fakat bu davet emretmez, çağırır. Tehdit etmez, umut verir. Gerçek mücadele, karşısındakini yok etmek değil, yeniden kurmaktır. Düşmanı öldürmek kolaydır ama düşmanın gönlündeki putları kırmak zordur. Hz. İbrahim’in baltası, yalnızca taş heykellere değil, kalplerdeki putlara da savrulmuştu. İşte bu yüzden ikna, bir balta gibi değil, bir sabır gibi işler. Zamana yayılır, duaya siner, ahlâkla büyür. Direnişçi, bu anlamda sadece cesur değil, hikmetlidir de. Sözünü öyle seçer ki o söz, karşısındakinin yüreğinde yankı bulur. Öfkesi bir çığlık değil, bir titreşim olur. Ve kalpler, bu titreşimle değişir. Düşmanın kalbine giren söz, bazen bir fetih kadar etkilidir.
Bugünün dünyasında, herkes bağırıyor. Herkes haklı, herkes öfkeli, herkes kesin. Ama çok az kişi ikna ediyor. Çünkü ikna, egoyu değil, merhameti büyütür. Direnişin sesi, merhametin diline dönüşmedikçe kalpler açılmaz. Direniş, sadece düşmanı değil, onun zihnini de yenmek ister. Bu da ancak hikmetle olur. Zalim sadece gücüyle değil, ideolojisiyle de hâkimdir. O ideolojiyi yıkmak, bomba patlatmaktan daha büyük bir iştir. Kalbi ikna edilmiş bir düşman, artık düşman değildir. O yüzden direnişin en büyük zaferi, bir kalbi kazanmaktır. Kalpleri kazanmadan düşmanı yenemezsin. Çünkü hakikatin gücü, silahın gücünden değil, kalbin iknasından doğar.
***
Sözün silaha dönüştüğü an
Direniş bir kelimeyle başlar. Çünkü zulüm, önce dili tahrip eder; hakikat kavramlarını bozar, kelimelere zehirli anlamlar yükler. Direnişin ilk cephesi bu zehri temizlemektir. Kelimeleri yeniden arındırmak, hakikatin sesini gürleştirmektir. Bir söz, bir kurşun kadar delici olabilir ama bir dua kadar da diriltici. O yüzden iletişim, direnişin sadece aracı değil, aynı zamanda silahıdır. Ne söylediğini bilmeyen, nasıl direneceğini de bilemez. Çünkü söze hükmeden, kalbe de hükmeder. Direnişin dili, öfke ile merhamet arasında kurulmuş bir terazidir. Ne sadece döver, ne sadece okşar; sarsar, düşündürür, uyandırır. Hakikatin sözle kurduğu köprü, insanın iç dünyasına uzanır. İşte o an, söz silaha dönüşür. Zalimlerin kılıçtan korkmadığı ama kelimeden titrediği o an, işte o andır.
İletişim, sadece konuşmak değil, bir anlam inşa etmektir. Hangi kelimeyi, nerede, nasıl söylediğin kadar, hangi niyetle söylediğin de önemlidir. Direnişçi, sadece laf etmeyi değil, söz kurmayı bilir. Laf geçer, söz kalır. Bir kelime, nice ideolojiyi yerle bir edebilir. Hz. Musa’nın “Ben Rabbimim” diyen Firavun’a karşı söylediği tek bir cümle, çağları aşan bir direnişin tohumudur. Bu tohum, sözle toprağa düşer, sabırla yeşerir, şehadetle sulanır. Zalimler en çok bu sözden korkar. Çünkü bir toplumun hafızası sözle kurulur, inancı sözle taşınır, iradesi sözle yoğrulur. O yüzden ilk hedef hep söz olur. Sansür, yasak, baskı hep kelimeye yönelir. Çünkü kelime yaşarsa, halk da yaşar.
Direnişin dilini kaybeden, direnişi de kaybeder. Kimi zaman sloganlara hapsolmuş bir isyan, aslında içi boşalmış bir çığlıktır. Fakat bir metin, bir şiir, bir cümle… onlar bazen devrimden daha kalıcıdır. Çünkü kelimeler ruh taşır. Direnişçi, sözü ile kendini inşa eder. Her kelimesi bir tuğla olur; kimliği, yüreği, inancı o sözlerin üstüne kurulur. Bu yüzden iletişim, propaganda değil, bir inşa biçimidir. Direnişçinin dili adil, nazik, ama net olmalıdır. Söz, kibir değil vakar taşımalıdır. Haklılık, ancak dille sabitlenirse bir davaya dönüşür. O yüzden sözün silaha dönüştüğü an, direnişin başladığı andır. Kılıçlar paslanır, kalem iz bırakır. Unutma: zulme karşı en keskin bıçak, yerini bilen bir kelimedir.
***
Sessizlerin sesini görünür kılmak
Direniş, sadece haklı olmakla değil, haklılığını duyurmakla anlam kazanır. Eğer sesin ulaşmazsa zulüm galip gelir gibi görünür. Medya, bu noktada direnişin görünür kılındığı aynadır. Ama bu ayna ya gerçekleri yansıtır ya da çarpıtır. Modern çağda medya, sadece bilgi taşımaz; hakikati şekillendirir, algıyı kurar, yalanı yüceltir ya da sesi bastırır. O yüzden direnişin medyası, sadece bir yayın aracı değil, bir diriliş aracıdır. Direnişçi, mikrofonu bir silah gibi değil, bir emanet gibi taşır. Çünkü her kelime, duyulmayan bir çığlığın yankısıdır. Sessizlerin sesi olmak, sadece onların adına konuşmak değil, onların yükünü taşımaktır. Medya bunu yapmıyorsa, direniş yarıda kalır.
Hakikatin görünür kılınmadığı bir dünyada, zulüm görünmez olur. O yüzden medya, sadece görüntü vermek değil, gerçeği hak ettiği şekilde görünür kılmaktır. Kamerayı mazlumun yüzüne çevirmek, aslında zalime ayna tutmaktır. Medya, direnişin sahnesi değil, vicdanın şahitliğidir. Direnişin medyası, gösteri yapmaz; tanıklık eder. Ve bu tanıklık, sadece haberle değil, estetikle, duyguyla, hikâyeyle olur. Çünkü sadece veri anlatmaz hakikati, gözyaşı anlatır. Sadece sayı değil, bir çocuğun suskunluğu, bir annenin eli, bir mazlumun bakışı anlatır zulmü. Direnişin medyası, bu bakışı görünür kılabildiği kadar diridir.
Ancak medya sadece araç değil, bazen de meydan olur. Direnişin sokaktan dijital alana taşındığı çağda, medya artık sadece bir sahne değil, bir cephedir. Bu cephede ahlâkını kaybeden, inandırıcılığını da kaybeder. Direnişin medyası doğruyu söylemekten önce doğru durmalıdır. Görüntü estetik olduğu kadar etiktir de. Bir kurgu, bir başlık, bir montaj… hepsi ya hakikate hizmet eder ya da onu karartır. Direnişin haklılığı, ancak doğru temsil edilirse meşru kalır. Medya, direnişin şahidi olduğu kadar, yüreğidir de. O yürek, mazlumu anlatırken titremiyorsa; direnişin sesi değil, sadece yankısı olur. İşte bu yüzden medya, sessizlerin sesini görünür kılmakla sorumludur. Yoksa direniş görünmez, görünmeyen direniş ise yok sayılır.
***
Zamanla kurulan zafer
Direniş bir çığlıkla başlar ama bir ömürle tamamlanır. Sabır, bu ömrün kıblesi, rotası ve yakıtıdır. Çünkü zulüm çoğu zaman hızlıdır, yıldırım gibidir; ama hakikat dağ gibidir, yavaş yürür ama yıkılmaz. Sabır, boyun eğmek değildir; eğilmemek için ayakta kalma ısrarıdır. Direnişçinin sabrı, sadece tahammül değil, kararlılıktır. O sabır ki ne zafere acele eder ne de yenilgiyle küser. Direniş sabırla kemikleşir, kana karışır, kişiliğe dönüşür. Ve bu sabır, zalimi bekleyerek değil, kendi içini yoğurarak kazanılır. Sabır, bir dava adamının en ağır silahıdır. Çünkü sabır, haklı olanın zamanla birleşmesidir. Ve zaman, en büyük hâkimdir. Hemen şimdi olmazsa olmayacak sanılan her şey, sabırla yerini bulur. Firavunlar hep gürültülü gelir, ama sabredenler tarihin duvarlarına sessizce kazınır.
Sabır, sadece durmak değil, direnirken tükenmemektir. Her adımda taşlanan bir peygamberin gözlerinde, her gün evladı şehit edilen bir annenin duasında, her cuma mahkemeye koşan bir mazlumun yürüyüşünde sabır, zaferin ilk hâlidir. Çünkü sabır, davayı yitirmemektir. Direnişçi bilir ki sabırsız her çıkış, gücün değil zaafın işaretidir. Sabır, öfkeyi vakara dönüştürür, intikamı adalete, yenilgiyi hikmete çevirir. Kimi zaman en büyük eylem, susmaktır. Kimi zaman geri çekilmek, yeniden sıçramanın habercisidir. Direnişin sabrı, teslimiyet değil tevekküldür; tembellik değil taktikdir; kararsızlık değil sadakattir. Ve sabreden bir yürek, en derin yarayı bile şifaya dönüştürecek bir yürektir.
Tarih, sabredenlerin yazdığı bir kitaptır. Hz. Yusuf’un zindanı, Musa’nın çölü, Muhammed’in yıllarca süren boykotu… Hepsi sabırla devrimleşti. Bugünün direnişçisine düşen, zamanı kendi tarafına çekmektir. Çünkü sabır, sadece beklemek değil, beklerken dik kalmaktır. Direnişin zaferi, zamanla yazılır. Her sabır, bir tohumdur; gözyaşıyla sulanır, emekle büyür, vakarla meyve verir. Ve en güzel zafer, en çok sabredilendir. Çünkü sabır, sadece sabredenin değil, ardında bekleyenlerin, dua edenlerin, sustuğu hâlde bilenlerin de ortak sesidir. Direniş sabırla başlar, sabırla yaşar, sabırla kazanır.
***
Yıkıntıdan doğan imkân
Direniş sadece yıkmak değildir; hatta çoğu zaman en güçlü direniş, inşa ederek yapılır. Çünkü zulüm sadece bedeni değil, anlamı da hedef alır. Anlamı yıkılan bir halk, ayakta kalsa da kimliğini kaybeder. Bu yüzden direniş, sadece karşı koymak değil, yeniden kurmaktır. Her yıkım, ardında bir boşluk bırakır. O boşluğu ya zalim doldurur ya da direnişçi. Ve o boşluk, ya yeni bir rejimin zeminine dönüşür ya da köleliğin bataklığına. Direnişçi, sadece bir sökücü değil, bir kurucudur da. Harabeyi görüp geri çekilen değil, taşın altına elini koyan kişidir. Ve o inşa, taşla değil bilinçle, toprakla değil niyetle başlar. İnşa etmek, sabırla yoğrulmuş bir eylemdir. Direniş bu yüzden sadece öfkeyle değil, umutla beslenir.
Bir toplumun yeniden doğuşu, sadece devrimle değil, değerle olur. Ve o değerler, her gün yeniden üretilmek zorundadır. Direniş, sadece sistemin karşısında durmak değil, kendi sistemini kurabilmektir. Çünkü yıkmak kolaydır, kurmaksa cesaret ister. Kurmak, yarını bugünden düşünebilmek, çocuğun geleceği için gözyaşı değil tohum bırakabilmektir. Direnişçinin zihni, bir mimar gibi çalışmalıdır. Hangi yapı yıkılmalı, hangisi korunmalı, hangisi yeniden yükseltilmeli? Bu soruları soramayan bir mücadele, sadece tepkidir; ama inşa edebilen bir direniş, gelecektir. Mescid-i Aksa sadece bir mabed değil, bir inşa metaforudur. Her taşı, bir kimliktir. O taşlar yerinden sökülünce sadece yapı değil, ümmet de çatırdar. Bu yüzden her direniş, aynı zamanda bir restorasyondur.
Direniş, yıkılmış bir şehri, yanmış bir yüreği, terk edilmiş bir hakikati yeniden ayağa kaldırmaktır. Kudüs sadece işgal değil, aynı zamanda ihmal edilmiş bir mirastır. O mirası yeniden ayağa kaldırmak, sadece düşmanı dışarı atmakla değil, kendi içimizi ayağa kaldırmakla mümkündür. İşte bu yüzden inşa, direnişin hem sebebi hem sonucudur. En büyük devrim, bir mabedi temizlemek değil, kalpleri arındırmaktır. Ve o kalplerde yeniden adalet, merhamet ve vakar inşa edilmedikçe hiçbir direniş tamamlanmış sayılmaz. Çünkü hakikat, ancak üzerine bina edildikçe kalıcı olur.
***
Karanlıkta ışık aramak
Direnişin ilk kıvılcımı umutla yanar. Çünkü umut, karanlığa düşmüş bir aklın ilk aydınlığıdır. Mazlumun gözünde titreyen bir ışık varsa, bilin ki orada henüz yenilmemiş bir iman vardır. Direnişçi, ne kadar kuşatılmış olursa olsun umudu tüketmemelidir. Çünkü umut, düşmanının yok edemediği tek silahıdır. Tanklar, toprakları işgal eder ama bir çocuğun gözlerindeki umudu kıramaz. Bu umut, zaferin öncesidir, sükûnetin çağrısıdır, sabrın kardeşidir. Umutsuzluk, zulmün en büyük başarılarından biridir. Bir halkın ellerinden umut alınmışsa, ellerine silah verseniz de boş kalır. Ama umutla dolu bir kalbe yaslanan el, taşla bile devrimi başlatabilir. Çünkü umut, yalnızca geleceğe dair bir iyimserlik değil, bugünün içinde bir inşa disiplinidir.
Umut, hayal kurmak değil, hakikatin içinde ışık yakmaktır. Direnişin umudu, aldatıcı bir iyimserlik değil, sebatla beslenen bir kararlılıktır. Zafere olan inanç, işte bu umudu diri tutar. Yusuf zindandayken bile özgürdü; Musa denizin kenarında bile yol buldu; Muhammed mağarada bile sükûn bulduysa, bu umut sayesindeydi. Umut, mazlumun kalesidir. Umut eden, düşse de kalkar, kaybetse de başlar, yalnız kalsa da yürür. Çünkü umudu olan insan, yalnız değildir. Umudu olan bir toplum, kendi içinden kahramanlar çıkarır. Çünkü umut, kolektif bir yüreğin ritmidir. Ümmetin yeniden ayağa kalkışı, önce kendi içindeki karanlığı yararak olur. Ve bu yarılış, ancak umutla mümkündür.
En zayıf anlarımızda bile umudu hatırlamak, direnişi yeniden başlatmaktır. Çünkü umut, aynı zamanda hatırlamaktır: kim olduğumuzu, neye inandığımızı, ne için yaşadığımızı ve ne uğruna ölebileceğimizi hatırlamak. Umudu olmayan bir mücadele, sadece bir öfke patlamasıdır. Ama umudu olan bir direniş, bir medeniyetin ilk tuğlasıdır. Çünkü en büyük inşa, bir yüreğe umudu yerleştirmekle başlar. Ve o umut, bir milleti ayağa kaldırabilir. Umut eden direnir. Direnen umut verir. Ve umut veren, dünyayı değiştirir.
***
Toprağın hafızasını korumak
Her direnişin bir mekânı, her mekânın bir hafızası vardır. Ve her hafıza, ya korunur ya da yok edilir. Mekân sadece toprak değildir; bir zamanın şahitliğidir. Kudüs’ü kıymetli kılan, taşlarının tarihidir. Mescid-i Aksa sadece bir bina değil, bir kavganın, bir secdenin, bir direnişin beşiğidir. Bu yüzden mekânı korumak, sadece coğrafyayı değil, kimliği de savunmaktır. Çünkü mekân, zihinsel bir harita çizerek aidiyet oluşturur. O aidiyet, direnişin moral kaynağıdır. Toprak, sadece üzerinde yaşanan bir alan değil, yaşanmışlıkların tuttuğu bir arşivdir. Bu arşiv yakıldığında sadece geçmiş değil, gelecek de kaybolur. Direniş, bu yüzden mekânı savunurken hafızayı da yeniden kurar.
Bir yerin işgal edilmesi, önce haritasının değişmesiyle başlar ama asıl tehlike, o yerin isimlerinin unutulmasıdır. Bir sokağın adını değiştirmek, bir milletin hatırasını silmektir. Mekân, sadece sınır çizgileriyle değil, dua edilen odalarla, ağlayan duvarlarla, çocukların oynadığı avlularla anlam bulur. İşgalci, önce bu anlamı yok etmeye çalışır. Çünkü anlam kaybolduğunda, mücadele de anlamını yitirir. Bu yüzden direnişçi, her adımını mekân bilinciyle atar. Ayak bastığı yeri tanır, bilir, sever ve savunur. Mekânsız bir dava, köksüz bir ağaca benzer. Ve köksüz ağaç, ilk rüzgârda yıkılır. Direnişin kökü mekândır. O mekân sadece bir ülke değil, bir mescittir, bir evdir, bir sokaktır, bir medresedir. İşte bu yüzden mücadele, haritada değil hafızada başlar.
Toprak, ancak üzerine düşen secdeyle kıymetlenir. Bir şehri değerli kılan, orada çekilen çileler, edilen dualar, dökülen gözyaşlarıdır. Mekânın kutsallığı, onun için verilen mücadeleyle ölçülür. Mekânı savunmak, geçmişe sadakat, geleceğe emanettir. Ve o sadakat, direnişi büyütür. Mescid-i Aksa’nın taşlarına değen eller, sadece bir duvarı değil, ümmetin yüzünü okşar. Bu yüzden her taş, bir hafıza hücresi, her kubbe, bir bilinç kubbesidir. Direniş, bu hücreleri koruma iradesidir. Mekânı koruyamayan, hafızasını kaybeder; hafızasını kaybeden ise kimliğini.
***
Bekleyişin ahlâkı
Direniş sadece ayaklanmak değil, beklemeyi bilmek de demektir. Çünkü sabır, direnişin en sarsılmaz siperidir. Zaman, zalimlerin en çok unuttuğu şeydir ama mazlumun en çok sarıldığı hakikattir. Zalim hızlı sonuçlar ister çünkü bilir ki zaman onun aleyhinedir. Ama mazlum bilir ki zaman onun lehinedir, çünkü zaman sabredenindir. Beklemek, edilgenlik değil iradedir. Sessiz bir meydan okuma, görünmeyen bir devrimdir. Yusuf’un kuyuda bekleyişi, Musa’nın on yıllık sürgünü, Muhammed’in Hira’daki inzivası; hepsi zamanla kurulan bir sabır dilidir. Bu dil, yalnızlığın içinde Allah’a yaslanarak konuşur. Çünkü sabır, sadece vakit geçirmek değil, hakikatin gelişini karşılamak için kalbi hazırlamaktır.
Zamanla inşa edilen direniş, daha derin kökler salar. Anlık öfkeler geçici zaferler doğurur ama sabırla beklenen hakikat, kalıcı bir devrimdir. Beklemenin ahlâkı, içe doğru bir mücadeleyi de başlatır. Ne zaman, nefsin aceleciliğiyle sınandığında, direnişçi sabrın terbiyesini giyinir. Çünkü direnişin en güçlü hali, sessizliğin içinde beklenileni unutmayarak sürdürülmesidir. Sabır, umudun zamana yazılmış hâlidir. İbrahim’in yıllarca beklediği evlat, sonra kurban edilmekle sınanırken; biz zamanın sadece bekleyiş olmadığını, beklerken inşa edilen imanla değer kazandığını öğreniriz. Bu yüzden beklemek, kaderi karşılamak değil, kaderi direnişle yoğurmak demektir.
Zamanı doğru okumak, direnişin ritmini bulmaktır. Her devrim, doğru zamanla birleşen doğru bir iradeyle başlar. Erken atılan adımlar, yenilgi getirir; geç kalınan çıkışlar, fırsatları boğar. Direnişçinin saatinde, sabır ve sezgi birlikte çalışır. Çünkü hakikat, kendiliğinden gelmez; çağrılır, hazırlanır, beklenir. Zamanın ahlâkı, aceleci zaferlerden kaçınarak uzun yürüyüşleri seçmektir. Direnişin gerçek kahramanı, bekleyerek olgunlaşan ve zamanı eğiten kişidir. Ve ancak zamanla yoğrulan bir bilinç, hakikati hakkıyla karşılayabilir.