1. YAZARLAR

  2. Ahmet Şükrü Kılıç

  3. Direniş gölgesinde serinleyen hayatın hukuku
Ahmet Şükrü Kılıç

Ahmet Şükrü Kılıç

Yazarın Tüm Yazıları >

Direniş gölgesinde serinleyen hayatın hukuku

A+A-

Bir insanın ömrü, bazen tek bir kelimenin etrafında biçimlenir. Benimki “direniş”in çevresinde şekillendi. Hayat beni bir mücadeleye yazmadı, ben hayatı bir mücadele olarak okumayı tercih ettim. 22 yaşında bir “örgüt” kurmakla suçlandım; ama o “örgüt” de yalnızca bendim. DGM’de şeriatçı olduğum için yargılandım. Devletin en yüksek perdeden tehdit saydığı cümleleri yalnız söyledim, yalnız yargılandım. Evim kundaklandı, diri diri yakılmak istendim; gazetelerim, radyolarım, oyunlarım susturulmak istendi. Yine de susturulamadım. Susturulmak korkusu yerine susmanın utancını taşımanın daha ağır olduğunu öğrendim.

Hayat bana birçok kapıyı açmadı ama ben duvarlara pencere çizmeyi öğrendim. Yazdım, çünkü yazmak bir haykırış biçimiydi. Yazdım, çünkü yazmak, kirletilmemiş bir sadakatin eylem hâliydi. Kazanmadım; çünkü kazanmak için değil, doğrulmak için yazdım. Ahlâkı kaybetmeden direnmenin mümkün olduğuna inandım ve her adımımı bu inancın terazisinde tarttım. Yolsuzluklarla uğratım, hakkımda hakaret ettiğim gerekçesiyle yüzlerce dava açıldı. Belki de bu ülkede hakkında en fazla küfür ve hakaret davası açılan biri oldum. Çocukluğum da dahil ağzımdan bir kez olsun küfür çıkmadı, ne arkadaşlarım ne de ailem şahit olmuştur!

Direniş sadece sokakta yükselen bir öfke değildir; bazen susmamak, bazen eğilmemek, bazen de yalnız kalsan bile doğruyu tekrar etmektir. Ben yaşadığım çağda bütün direnişleri izledim, öncekileri okudum; ama yetinmedim. Direnişi izlemek yetmezdi, onun yükünü taşımak, ahlâkını anlamak, acısına katlanmak gerekiyordu. Şimdi direniş ve direnişin ahlâkı yazıları yazacağım, belki bazı yazılarda benzer hatırlatmalar yapacağım ama tekrardan çok aynı fidana aynı sudan kurumasın diye dökmek olacak. Bu yazılarda, sadece yaşanmış değil, yaşanması gereken bir direnişin izlerini süreceğim. Çünkü biliyorum ki hakikat, ancak direnilerek savunulabilir. Direnişin gölgesinde serinleyen bir hayat, sıcak bir ihanetten daha onurludur.

Direnişçinin iç cephesi ve arınma iradesi

Bir direnişçiyi sahici kılan ilk cephe, düşmanın karşısında değil, kendi içindedir. Çünkü nefis, insanın en sinsi muhalifidir; dış düşman kılıçla gelir, iç düşman ise kalbin en kuytusuna siner. Nefsiyle hesaplaşmamış bir direnişçi, sadece karşı tarafı tanımış olur; kendisini değil. Oysa hakiki direniş, iç cephenin zaferidir. Nefsiyle yüzleşmeyen, sadece ötekini düşman sanır; oysa zalimin gücünü çoğu zaman bizim içimizdeki açgözlülük, korku ya da kibir büyütür. Bu yüzden arınma iradesi, direnişçinin en büyük cihadıdır.

Nefisle mücadele, sadece haramdan sakınmak değil, hakikatin ağırlığını taşıyabilecek bir kalp kurmaktır. Çünkü direniş, öfkeyle değil, bilinçle yürütülür. Öfkeli bir yürek, zalimi lanetler; arınmış bir yürek, zalimin yok ettiği adaleti yeniden kurar. Direnişçi, bu yüzden önce kendi niyetine eğilir. “Ben kimin adına direniyorum?” sorusu, her eylemden önce gelmelidir. Gösterilmek için yapılan her fedakârlık, içi boş bir ritüeldir. Niyetin kirli olduğu yerde, zafer bile bir felakettir.

İç cephenin zayıflığı, dış cephede zaaf üretir. Sabırsızlık, kibir, üstünlük arayışı, kahramanlık tutkusu… Bunların her biri, direnişin içine sızan virüslerdir. O yüzden direnişçinin en büyük düşmanı, kendi içindeki “ben”dir. Bu “ben” arındıkça, mücadele “biz” olur. Arınan bir nefis, başkasının zaferine sevinebilir, geri çekilmesi gerektiğinde çekilir, şehadeti kendine saklamaz, liderliği kendinde toplamaz. Bütün büyük hareketler, nefis terbiyesini öncelemiş önderlerin etrafında yükselmiştir.

Tasavvufun sahih damarında geçen “ölmeden önce ölmek” düsturu, direnişçinin iç cephesi için de geçerlidir. Kendi arzusunu, nefsinin isteklerini öldürmeyen bir yürek, hakikatin yükünü taşıyamaz. Çünkü o yük sadece dış baskılarla değil, iç boşluklarla da ezilir. Bu nedenle direnişçi olmak, önce içini kazmak, sonra yıkmak, sonra yeniden inşa etmektir. En sağlam kaleler, içi kazılmış tepelere kurulur. Direnişin kalesi de, nefisle kazılmış iç tepelerde yükselir.

Bir mücadele, içte kurulmamışsa dışta tutunamaz. Bu yüzden direnişçinin ilk mescidi kendi kalbidir. İlk bayrağı kendi iradesidir. İlk yoldaşı kendi vicdanıdır. Bunlarla yürümeyen, kalabalıkla bile yürüyemez. Çünkü içi boş olan, gürültüyle bile dolmaz. İç cephesini kuramamış biri, dış cephede sadece tüketilir. Ama içini inşa eden bir şahsiyet, direnişi yüzyıllara taşır. Bu, bir ahlâk devrimidir.

***

Direnişçinin nazar terbiyesi ve temsildeki ahlâk

İlk bakış bir hüküm gibidir. Göz, sadece görmez; aynı zamanda değer biçer, mesafe kurar, hâkimiyet arzular. O yüzden bakış, ahlâkın aynasıdır. Direnişçinin bakışı, kendisine ait olmayan hiçbir şeyi sahiplenmeyecek kadar adil, gözünün önünde işlenen zulmü görmezden gelmeyecek kadar açık, bütün ihtişamlı yalanlara karşı kör olacak kadar ilkesel olmalıdır. Çünkü bakışla kurulan dünya, dil ile savunulacak değerlerin mahremiyetini belirler. Direnişçinin bakışı, iradenin ilk eylemidir.

Göz, insandaki ilk temas aracıdır. Bakışın kibri, direnişi bir üstünlük alanına dönüştürür. Gösterişli fotoğraflar, estetik kahramanlıklar, öne çıkma arzusu… Bunlar, bakışın terbiyesizliğinden doğar. Oysa bir direnişçi, görünmek için değil, görünse de yük taşımak için vardır. Bakış, sadece düşmanı gözetlemek değil, kendi nefsini de denetlemektir. Direnişçinin bakışı, zulmü teşhir eder ama mazlumu mahremiyetsizleştirmez. Gözün sadakati, sözün ihlâsını belirler.

Direniş estetik ister ama teşhir değil. Göz, ifşanın değil iffetin aracı olmalıdır. Şehadete koşan bir bakış, şöhretin merceğinden geçemez. Çünkü orada ne hakikat kalır ne tevazu. Direnişin fotoğraflık değil, tarih yazacak kadar sahici olması gerekir. Bu da bakışın niyetiyle mümkündür. Her yere bakan ama hiçbir şeye kök salmayan bir göz, sadece gürültü üretir. Fakat hakikati arayan ve onda sabit kalan bir bakış, bir toplumun yönünü tayin eder. Direnişçi, bakışını eğitirken aslında toplumun istikametini çizer.

Hz. Yusuf’un kuyuda bile bakışını kirletmemesi, iffetli bir iradenin zirvesidir. Hz. Musa’nın Firavun’a bakışı ise zalime boyun eğmeyen bir adaletin temsili. Bu iki örnek, direnişin iki yönünü gösterir: iffet ve adalet. Birincisi kendini korumak, ikincisi toplumu korumaktır. Direnişçinin bakışı, hem kendini hem toplumu korumalıdır. Aksi hâlde ya kendi düşer ya da başkalarını düşürür. Bu yüzden göz terbiyesi, sadece kişisel değil, kamusal bir sorumluluktur.

Direnişin gözü, gözlüklerle saklanmaz; karanlıkla gizlenmez. Direnişin gözü, yalana kapanmaz; hakikate körleşmez. O göz, günahı görse utanır, zulmü görse öfkelenir, mazlumu görse utanmadan ama mahremiyeti gözeterek sahip çıkar. Böyle bir bakış, sadece gözün değil, ruhun bakışıdır. Bu da bir eğitim işidir. Kalbe bağlı olmayan göz, yalanı hakikat, gösterişi adalet, şehveti mücadele sanır. Oysa her şey, ilk bakışta başlar; ya direnişe ya çürümeye yol açar.

***

Direnişçinin tercihleri ve özgürlük anlayışı

Her direniş, bir kararla başlar. Ama bu karar sadece zulme karşı bir duruş değil, kendine karşı bir sorumluluğun ifadesidir. Çünkü karar vermek, insanın kendi varlığına tanıklık etmesidir. Direnişçinin kararları, sadece dış şartlara tepki değil, iç derinliğin bir tezahürü olmalıdır. Aksi hâlde her fırtınada yön değiştiren bir yaprak gibi savrulur. Oysa sahici bir direnişçi, kararlarıyla kök salan, iradesiyle yerleşen, tercihleriyle şahsiyet inşa eden kişidir.

Karar, özgürlüğün gerçeğidir. Hürriyet, sadece zincirsiz olmak değil, zincir takma teklifine direnmektir. Direnişçinin özgürlük anlayışı, sadece iktidar karşıtlığı değil, tüketim ahlâkına, gösteri toplumuna, konfor bağımlılığına da başkaldırıdır. Bu yüzden özgürlük, kendi tercihlerini yapabilen değil, tercihlerinin sonuçlarına sabreden bir vicdandır. Kararla gelen her özgürlük, bir bedeli göze alır. O bedel ödenmedikçe, karar sadece bir hevestir.

Direnişçi, karar verirken dostlarını değil, hakikati seçer. Halkı değil, hakkı gözetir. Çünkü kiminle yürüdüğünü değil, nereye yürüdüğünü bilen kararlar geleceği belirler. Tarih, kalabalıklarla yürüyen ama rotasız kararlarla felakete sürüklenen nice hareketin çöküşüne şahittir. Bu yüzden karar, sadece “neye karşı” olduğuna değil, “neye sadık” olduğuna da tanıklık etmelidir. Direnişin kararları sadece itiraz değil, inşa da taşımalıdır.

Bir kararda aranan ilk özellik istikamet, ikinci özellik istikrar, üçüncü özellik ihlâstır. Direnişçi, kararsızlıktan çok kararın istikametini kaybetmekten korkmalıdır. Çünkü bir karar hakikate değil, hevese dayanıyorsa, sonuç zalim kadar tehlikeli olabilir. Bu yüzden her karar, iç muhasebeyle, toplumsal sorumlulukla, tarihsel farkındalıkla ve en çok da ilahi rızaya yönelmelidir. Direnişin kaderi, bu kararların doğruluğunda yatar.

İbrahim’in putları kırarken verdiği karar, Musa’nın asasını yere vururken gösterdiği kararlılık, İsa’nın hakikati savunurken kalabalıklara yüz çevirmesi, Muhammed’in (sav) hicret yolculuğunda taşladığı değil, inşa ettiği yol… Bütün bu örnekler, kararın nasıl bir kader çizdiğini gösterir. Bir tercih, bin yılın rotasını belirleyebilir. O hâlde direnişçinin her kararı, sadece bir anın değil, bir çağın yükünü taşıyacak kadar sağlam olmalıdır.

(Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar