1. YAZARLAR

  2. Ahmet Şükrü Kılıç

  3. Direniş Fikriyatının Temel Taşları
Ahmet Şükrü Kılıç

Ahmet Şükrü Kılıç

Yazarın Tüm Yazıları >

Direniş Fikriyatının Temel Taşları

A+A-

Direniş, yalnızca karşı koymak değildir. Direniş, bâtılı reddetmenin değil, hakikati yaşatmanın dilidir. Bir zulme “hayır” demekle başlar ama o “hayır”ın arkasında neye “evet” dediğini bilmiyorsan, öfken kadar zayıfsındır. Direniş; bir duvar gibi dimdik durmak değil, bir kök gibi toprağın derinine inmektir. Çünkü ayakta kalmak için sadece sert olmak yetmez; esneyebilen, besleyebilen, taşıyabilen olmak gerekir.

Biz bu yazıda direnişi romantik bir çağrıdan çıkarmak, sloganlardan, hamasetten ve nostaljik ezberlerden kurtarmak istiyoruz. Direnişi bir fikrî disiplin, bir ahlâkî sistem, bir zaman yönetimi, bir örgüt biçimi, bir hakikat inşasıolarak yeniden kurmaya niyetliyiz. Direnişin kalbini taşımak istiyoruz, ama o kalbin damarlarını da, hücrelerini de tanıyarak. Çünkü artık zaman, ağlamanın değil, anlamanın zamanıdır.

Bu çerçevede yazı dizimiz beş temel soruya cevap arayacaktır:

1. Direniş nedir ve ne değildir?

Direniş bir tepki midir, bir teklif mi?

Meşru direniş ile kargaşa arasındaki çizgi nasıl çizilir?

Müslüman bir zihnin “isyan”la “itaat” arasındaki sınırlarını nasıl belirlemeliyiz?

Bu bölümde “mukavemet” kavramının Kur’an’daki, Siyer’deki ve İslam düşüncesindeki temellerini arayacağız. Hz. Musa’nın Firavun’a karşı sözle başlayan direnişini, Ashab-ı Kehf’in sessiz terk edişini, Şeyh Ahmed Yasin’in örgütlü sabrını yeniden konuşacağız. Her biri başka bir modeldir. Ve her modelin zemini, yöntemi, meşruiyeti ayrıdır.

2. Direnişin zaman fıkhı: Hangi çağda ne tür bir direnç?

Zamanın ruhu nedir, zalimin dili nasıl değişmiştir?

Sömürge çağında toprağı savunmakla medya çağında anlamı savunmak aynı mıdır?

“Gecikmiş öfke”nin, “erken coşku”dan farkı nedir?

Bu bölümde zamana karşı direnen değil, zamanı direnişin lehine çeviren bilinç inşa edeceğiz. Çünkü sabır, pasifliğin değil; zamanın ahlâklı yönetiminin adıdır. Direniş, sadece karşı çıkmak değil, vakti geldiğinde konuşmak, vakti gelince susmak, en uygun anda vurmak, gerektiğinde geri çekilmek bilmektir.

3. Direnişin aklı ve kadrosu: Bilinçli ve örgütlü zihin nasıl kurulur?

Duygularla hareket eden bir kitleyle fikirle yürüyen bir topluluk arasındaki fark nedir?

Entelektüel, sanatçı ve âlim direnişte nereye oturur?

Mücadele yalnız yürütülür mü?

Bu bölümde bireyin kahramanlık putunu kıracağız. Hiçbir direniş sadece bir adamın etrafında dönemez. Hz. Peygamber dahi, Mekke’den Medine’ye geçerken yalnız yürümemiştir. Ashab, Suffe ehli, Habeşistan muhacirleri, ensar… Her biri örgütlü bir zihin ve kalbin parçasıydı. Direniş, duyguyla değil, disiplinle yürütülür.

4. Direnişin ahlâkı ve hududu: Haramla kurulan zafer, zafer midir?

Hedefe giden her yol meşru mudur?

Güç, masumiyeti bozar mı?

Zaferle sınanmak, yenilgiyle sınanmaktan daha mı kolaydır?

Bu bölümde şunu soracağız: “Mazlum olmak, doğru olmak mıdır?” Bir halk mazlum olabilir ama zulme karşı dururken meşruiyet çizgisini aşıyorsa, ne kazanır? Direnişin ahlâkı; çalınmayan, iftira atılmayan, sivil hedefi kutsallaştıran, intikam değil adalet üzerine kurulan bir zemin gerektirir. Aksi hâlde haklıyken haksızlaşmak kaçınılmazdır.

5. Direnişin estetiği ve dili: Anlam inşası nasıl kurulur?

Direniş sadece bağırmak mıdır, yoksa susarak da direnilir mi?

Şiir, afiş, müzik, film, mimari, yürüyüş dili…Direnişin dili nasıl kurulur?

Estetikten yoksun bir hakikat, kime ulaşır?

Burada estetik ve hakikatin kardeşliğini konuşacağız. Hz. Yusuf’un güzelliği nasıl bir sükûnet direnişi ise, Şeyh Said’in suskunluğu da bir onur direnişidir. Söz kadar duruş, gürültü kadar sükûnet, slogan kadar sembol de direnişin parçasıdır. Çünkü hakikat, sadece doğru olmakla değil, doğru görünmekle de taşınır.

Bu yazı dizisi bir çağrıdır. Çağırdığımız şey sadece adalet değil, onun zeminini kuracak sağlam bir düşüncedir. Çünkü adalet bir sonuç değil, bir sistemdir. Ve hiçbir sistem kendiliğinden kurulmaz. Direniş fikriyatı, sloganlarla değil, düşünen akıl, terbiye edilmiş nefis, ahlâkî sadakat, örgütlü çaba ve hakkaniyetli bir estetiklemümkündür.

Bu yolda yürümeyenler yürüyemezler…

Yürüyenlerse, sadece ayaklarıyla değil, akılları ve kalpleriyle yürüyenlerdir.

Başlıyoruz…

 

Direniş nedir ve ne değildir

Direniş kelimesi, kulağa çarpan ilk haliyle bir kalkış, bir isyan, bir “hayır” demektir. Fakat derinliğine inilmediği sürece, her hayır haklı değildir; her isyan hakikî değildir. Çünkü direniş, yalnızca bir karşı koyuş değil, bir değer uğruna kendini tahdit ediştir. Neye karşı olduğun kadar, neyin uğruna durduğunla anlam kazanır. Bir duvar gibi sert olmakla değil, bir kök gibi derin olmakla büyür. O yüzden direniş, hakikatin yanında saf tutmaktır; öfkenin değil, ilkenin peşinden yürümektir.

Direnişi bir kelime olarak tanımlamadan önce onu zihinsel bir düzleme oturtmalıyız. Zira o yalnızca fiziksel bir eylem değil, bir zihin kararıdır. Bazen elindekini terk etmekle başlar. Bazen konuşmamakla. Bazen yalnız kalmayı göze almakla. Nitekim Ashab-ı Kehf’in mağarasına çekilişi, Musa’nın asasını fırlatışı, Hz. İbrahim’in “Lâ uhibbu’l-âfilîn” deyişi birer direniştir. Ama hepsi farklı biçimlerde tecelli etmiştir. Direnişin biçimi zamanla, düşmanla, şartla, toplumla değişir. Fakat özü değişmez: Batılın önünde eğilmemek.

Bu anlamıyla direniş, bir “karşı çıkış” değil, bir “hakikat sadakati”dir. Sadece otoriteye değil, gaflete, sürüleşmeye, zihinsel rehavete de karşı çıkar. Bu yüzden modern dünyada direniş sadece tanklara değil, ekranlara karşı da verilmelidir. Sadece sokağa değil, ekrana da hükmeden bir iktidar varsa, direnişin mecrası da ekranla hesaplaşmak olmalıdır. Çünkü zulüm artık silah taşımıyor; veri taşıyor, algı taşıyor, içerik taşıyor. Direnişin mahiyeti zamana göre değişmese de, yöntemi mutlaka değişmelidir.

İşte burada devreye şu soru girer: Hangi direniş meşrudur? Hangi karşı çıkış bâtıldır? İslam düşüncesi bu soruya üç temel ilke ile cevap verir:

1. Niyetin sahihliği

Direniş bir hiddet değil, bir niyet işidir. Kalpteki maksad doğru değilse, bedenin kıyamı bâtıldır. Sahabeden bazıları savaş meydanında gösteriş için kılıç kaldırmış, Hz. Peygamber onların şehit sayılmayacağını ifade etmiştir. O hâlde neye karşı çıktığın kadar, ne için karşı çıktığın da önemlidir. Niyet sadece içsel bir temizlik değil, eylemin yön haritasıdır.

2. Yöntemin meşruiyeti

Amaç ne kadar yüce olursa olsun, haramla elde edilen sonuç zafer değildir. Direnişin dili, şiddeti, hedefi meşru sınırların dışına taştığında, zulme karşıyken yeni bir zulüm doğurur. Hz. Ali’nin, Haricilere karşı mücadelesinde “Onlar bâtıl bir sözle hakka karşı geliyorlar” dediği gibi, doğru söz bile yanlış ellerde yanlış sonuçlara götürebilir.

3. Zamanın ve mekânın farkındalığı

Savaşın bile fıkhı varsa, direnişin elbette vakti ve yeri vardır. Aksi hâlde, haklı bir eylem bile ümmetin bütünlüğünü zedeler. Hz. Peygamber’in Taif’ten dönerken meleğin teklifini reddedişi, direnişin sadece doğruluk değil, zamanlama meselesi olduğunu da gösterir.

Buradan bakınca anlıyoruz ki, direniş üç temel ayak üzerine yükselir:

Ahlâk, bilinç ve sabır.

Ahlâk, ölçüyü getirir; bilinç, istikameti; sabır ise istikrarı sağlar. Bunlardan biri eksikse direniş ya hoyrattır ya şaşkındır ya da tükenmiş.

Peki, direniş ne değildir?

Direniş, öfke değildir.

Direniş, başkaldırmak için başkaldırmak değildir.

Direniş, duyguların eylemi değildir; düşüncenin, ilkenin ve sorumluluğun eylemidir.

Direniş, herkesin sustuğu yerde bağırmak değildir; bazen herkesin bağırdığı yerde susmaktır.

İşte bu yüzden, direnişin sembolü bazen bir taş, bazen bir kitap, bazen bir sessizlik, bazen de bir tebessüm olabilir. Çünkü her çağın zulmü başka, her çağın direnişi de başka olacaktır. Ama ne olursa olsun, hakikatin hatırına baş eğmeyen kalpler, o çağın gerçek mücahitleridir.

 

Direnişin zaman fıkhı

Hangi çağda ne tür bir direnç?

Zaman, yalnızca akan bir çizgi değil, hakikatle kurduğumuz ilişkinin aynasıdır. Bir hakikat, zamanında söylenirse şifa; zamansız dillendirilirse fitne olur. Bir söz, yerinde susulursa hikmet; zamansız haykırılırsa hüsran olur. Bu yüzden direniş yalnızca “doğru şeyleri söylemek” değil, “doğru zamanda doğru biçimde durmak” sanatıdır. Direnişin zamanı bilmemesi, sabırsızlık değil, ahmaklıktır.

Mücadele tarih boyunca var olmuştur ama her çağ, kendi direniş biçimini istemiştir. Mazlumun silahsızlığı hiçbir zaman zulme karşı hakikatin yegâne silahı olmamıştır. Her çağın zulmü değişmiş, her çağın hakikat savunusu da başka bir form almıştır. Direnişin en büyük zaafı, önceki çağların yöntemini yeni çağlara kopyalamaktır. Çünkü zaman değiştiğinde düşmanın yüzü de dili de silahı da değişir. Buna karşı hâlâ eski sloganlarla yürümek, kılıçla nükleer başlığa koşmaktan farksızdır.

1. Mekke’de direniş sessizdi, çünkü düşman aşikârdı

Hz. Peygamber’in Mekke yıllarındaki sabrı, zamanın ruhuna göre ayarlanmıştı. Ne silah vardı ne devlet. Düşman açıktaydı; direniş ise sabır, tebliğ ve gizli eğitimle yürüdü. Çünkü mücadelenin muhatabı inkârın kaba gücüydü. Ama Medine’ye geçildiğinde düşman artık sadece dışarıda değil, içerideydi. Münafıklar, çifte standartlar, ahitbozanlar çıktı. Direniş daha karmaşık bir fıkıh gerektirdi. Çünkü zaman, sadece düşmanın değil, yöntemin de değişmesini ister.

Bugünün zalimi artık saraylarda oturmaz. O zalim, algoritmaların arkasına saklanır. Coğrafya işgaliyle değil, bilgi işgaliyle gelir. Tarlayı değil, zihni ele geçirir. O yüzden 21. yüzyılda direnişin cephesi artık sadece sokak değil, ekran; sadece tank değil, içerik; sadece düşman değil, dost kılığına bürünmüş gaflettir. Sosyal medya çağında “zaman fıkhı”nı bilmeyen direnişçi, ya kendi ateşiyle yanar ya da başkasını yakar.

2. Vakitli olmayan direniş zulme dönüşebilir

Her hakikat bir vakitle gönderilir. Kur’an bile kademe kademe inmiştir. Musa’nın sabırsız yol arkadaşı gibi “hemen sonuç, şimdi zafer” diyenler, zamanın sabrını taşıyamaz. Zamanı aşmak isteyenler, çoğu zaman hakikatin önüne geçer ve onu yaralar. Bugün sabırsızlıkla başlatılan her eylem, karşılığında örgütlü bir çöküş getirebilir.

Zamanın fıkhı; ne zaman susulacağını, ne zaman konuşulacağını, ne zaman geri çekileceğini ve ne zaman vurulacağını bilmektir. Vurulacak yer belli olmadan savrulmuş her taş, savunulan hakikate isabet edebilir. İşte bu yüzden, sadece “diren!” demek yetmez. “Ne zaman, nerede, kime, neyle, hangi niyetle?” sorularının cevabı verilmeden direniş, sadece öfkenin gevezeliğidir.

3. Erken coşku, gecikmiş öfkeden daha tehlikelidir

Bir halk, zulme geç tepki verebilir ama zamansız bir öfke patlaması, sadece direnişi değil, direnişin ahlâkını da yok eder. Hz. Hüseyin’in Kerbelâ yürüyüşü, bir zaman şehitliğidir. Orada hakikat, güce değil zamana karşı durmuş; Allah’ın izniyle tarihe mühür vurmuştur. Ama o zamana riayet etmeden, onun biçimini, onun fıkhını taklit eden her hareket, zaman dışı bir romantizmin içine düşer. Direnişin zamanı varsa, o zamanın dışında kalan her isyan, ya mecalsiz bir haykırışa ya da ahlâksız bir yıkıma dönüşebilir.

Direnişin zamanı vardır. Her çağın hakikati başka, düşmanı başka, yöntemi başka olur. Zamanın fıkhını bilmeyenler, sabrın yerini öfkeye; stratejinin yerini kargaşaya; istikametin yerini savrulmaya bırakır. Oysa hakikat savunması, zamanla birlikte akar. Çünkü hakikatin dili kadar vakti de kutsaldır.

 

Direnişin aklı ve kadrosu

Bilinçli ve örgütlü zihin nasıl kurulur?

Her büyük direnişin arkasında büyük bir zihin vardır. Ama o zihin hiçbir zaman tek başına değildir. Çünkü bir fikrin doğruluğu onu ilk düşünenin değil, onu birlikte taşıyanların gücüyle büyür. Direniş, yalnız başına kahramanlık taslayanların değil, birlikte yürüyenlerin ve birbirine omuz verenlerin mesuliyetidir. Direnişi haklı yapan sadece hakikat değil, o hakikatin nasıl taşındığıdır. Bu yüzden her direniş bir kadro meselesidir, bir zihin örgüsüdür, bir kolektif şahsiyet işidir.

Yalnız adam efsaneleri, ancak halksız kalan toplumların uydusudur. Ne Musa tek başına konuştu, ne İbrahim tek başına yandı, ne Muhammed (sav) tek başına hicret etti. Hepsinin arkasında önce bir iman halkası, sonra bir bilinç örgüsü, sonra da bir örgütlü akıl vardı. Bugün direnişin en büyük zaafı, bir adamın karizmasına, bir grubun sadakatine veya bir sloganın büyüsüne indirgenmiş olmasıdır. Oysa karizma çürür, sadakat yozlaşır, slogan eskir. Ama fikir örgüsü ve kadro ahlâkı bozulmazsa, direniş bir nesilden diğerine geçer.

1. Zihin inşa edilmeden sokak inşa edilemez

Bugün birçok söz doğru, ama o sözleri taşıyacak zihinler hazırlanmamış. Bilgi çok, ama bilgiyle düşünen yok. Kur’an’ın ilk sözü “oku” idi, çünkü bir toplumu ayağa kaldıracak olan şey önce okumakla başlayan bilinçtir. Ama bu okuma sadece satır değil, yapıyı, düşmanı, zamanı, insanı okumaktır. Zihni inşa etmek; öfkeleri dizginlemek, sabırla inşa etmek ve doğru yerden sormaktır. Zihni olmayan bir direniş, yıkımın gölgesinde şov yapar; sonra küser, sonra unutulur.

İbn Haldun’un ifadesiyle, “asabiyet” yani ortak bağlılık olmadan hiçbir hareket yaşayamaz. Bugün ümmetin aklı parçalı, ilgisi dağınık, düşmanı hakkında bilgisi yüzeysel. Herkes bir slogan taşıyor ama sloganlar birbirini tanımıyor. Direnişin kadrosu yoksa, direnç dağılır. Fikir taşıyanlar yalnızsa, hakikat yalnız kalır.

2. Kadro sadakati değil, kadro ahlâkı gerekir

Sadece “bizden” olmak, direniş için yeterli değildir. Hz. Peygamber’in yanında münafıklar da yürüdü ama hiçbir hakikat yükünü taşıyamadılar. Çünkü kadro olmak, sadece birlikte hareket etmek değil, birlikte düşünmek, birlikte susmak, birlikte fedakârlık yapmaktır. Kadro, emirle değil, ilkelerle yürüyen bir yapıdır. Ahlâkı olmayan sadakat, ilk fırtınada savrulur.

Bugün bazı hareketler, “bizim adam”ı bulunca her şeyi affediyor. Oysa gerçek kadro, hataya karşı susmayan; sorumluluk alınca kaçmayan; zafer gelince şımarmayan insanlardan oluşur. Kadro, sadece dava arkadaşlığı değil, birbirinin ahlâkını tamamlayan bir dostluktur. Böyle bir kadro varsa, düşman her şeyini kaybeder.

3. Bilgi taşıyanlar: Alim, sanatçı, entelektüel

Direniş sadece fiziksel varlıkla değil, kültürel ve entelektüel varlıkla da olur. Aklı taşıyanlar bu mücadelenin omurgasıdır. Sanatçı, sözün estetiğini direnişe katar. Âlim, ölçüyü ve fıkhı yerleştirir. Entelektüel, hakikatle zamanın ilişkisini kurar. Eğer bu üç grup dışlanırsa, direniş önce hoyratlaşır, sonra zayıflar, sonunda yozlaşır.

Bugün birçok direniş hareketi, sanatı yalnızca propaganda aracı sayıyor; âlimi suskunluğa hapsediyor; entelektüeli elitistlikle suçluyor. Oysa her sahici direniş, bir kültürel savunma, bir ilmi teklif, bir zihinsel harita taşır. Hz. Peygamber’in ordusunda Hatib vardı, Usame vardı, Mus’ab vardı ama aynı zamanda Hassan bin Sabit de vardı. Şiirle yürek inşa ediliyordu. O yüzden direnişin kadrosu, sadece yumrukla değil, kelimeyle, renk ile, nota ile, mimarîyle yürür.

Direniş, yalnız adamların yürüyüşü değildir. Direniş, bir zihnin örgütlenmesi; bir ahlâkın bölüşülmesi; bir yükün omuzlaşılmasıdır. Kadrosu olmayan bir hakikat, en fazla bir adamın hatırası olur. Ama örgütlü bir akıl ve ahlâk varsa, o hakikat nesiller boyunca direnir.

 

Direnişin ahlâkı ve hududu

Haramla kurulan zafer, zafer midir?

Bir zulme karşı çıkmak, hakikatin yanında olmak anlamına gelmez. Çünkü hakikate giden yollar da hakikat kadar temiz olmak zorundadır. Direniş, sadece karşı çıkmak değil, nasıl karşı çıkılacağını bilmektir. Ahlâkı olmayan bir direniş, güçle hakikati karıştırır; öfkeyle adaleti bozar; intikamla şeref duygusunu karartır. Direnişin sınırları olmazsa, haklıyken haksızlaşmak an meselesidir.

Bugün dünyanın birçok yerinde yürütülen haklı mücadeleler, “zafer” arayışı içinde kendi meşruiyetini örselemektedir. Oysa Müslüman için zafer, bir sonuç değil, bir duruştur. Kur’an’da “zafer”den önce “takvâ”dan söz edilir. Çünkü bir mücadele, Allah’a yakınlaştırmıyorsa, halkı ayağa kaldırsa bile Hakk’a ulaşmaz. Zaferi yüceltip ahlâkı geri plana atmak, bugünün en büyük direniş tuzağıdır.

1. Hedefe giden her yol meşru değildir

Direnişin en büyük sınavı, amacın kutsallığına güvenip yöntemlerin çürümesine göz yummaktır. Kur’an, savaşa izin verir ama haddi aşmayı yasaklar. Düşman öldürülebilir ama işkence edilemez. Galip gelinebilir ama kin güdülemez. Çünkü İslam’ın direnişi, insanlığın onurunu koruyan bir fıkıhtır. Ne kadar haklı olunursa olunsun, bir mazlum asla zalimin yöntemlerini taklit edemez.

Hz. Ali’ye isnat edilen şu söz bir direniş ahlâkı özeti gibidir: “Bir adam sana kötülük etti diye sen de ona benzemeye kalkma. O bir kötülük yaptı, sen iki yapmış olursun.” Bugün bazı hareketler, düşmanın yöntemini meşrulaştırarak kendi ahlâkını tüketiyor. Zaferin uğruna iftira atılıyor, yalan söyleniyor, sivil hedefler gözetiliyor, mazlumdan düşman üretiliyor. Böyle bir mücadele ne kadar büyürse büyüsün, altında kaldığı şey kendi çöküşüdür.

2. Güç, masumiyeti bozar mı?

Tarihin en büyük sınavlarından biri budur. Mazlumun iktidarı, zalimin zulmünden daha ağır olabilir. Çünkü zalim zulmü alışkanlıkla yapar; mazlum ise haklılık duygusuyla. Bu yüzden Kur’an’da “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, hatta bu hakkı kendi aleyhinize bile olsa gözetin” denilir. Direnişin ahlâkı, yalnızca düşmana karşı değil, kendi nefsine karşı da sınanır.

Bir hareket, güçlü hâle geldiğinde zulmün araçlarını devralırsa, bu direniş değil, dönüşümdür. Direnişin ahlâkı; düşmanı yendikten sonra da onu aşağılamayan, zafer kazandıktan sonra da adaleti önceleyen bir çizgide olmalıdır. Hz. Yusuf’un kardeşlerine yaptığı muamele, zalime karşı zafer kazanan bir ahlâkın örneğidir. Gücün ahlâkla sınandığı yer orasıdır. Orada hakikat yalnızca kazanılmaz; hakikat orada korunur.

3. Zaferle sınanmak, yenilgiyle sınanmaktan daha zordur

Tarih göstermiştir ki, en büyük ahlâkî çöküşler en parlak zaferlerin arkasında yaşanır. Çünkü zafer, kibri çağırır. Kibir ise kalbin felç hâlidir. Bu yüzden bazıları kazanarak kaybeder, bazıları kaybederek kazanır. Kerbela’da Hz. Hüseyin kaybetti ama asıl kaybeden Yezid oldu. Çünkü Hüseyin’in ölümü direnişi doğurdu; Yezid’in zaferi ise çürümenin adıdır.

Ahlâkı olmayan her zafer, yeni bir zulmün başlangıcıdır. Bu yüzden Müslüman için mücadele bir davadır, haklı olmak yetmez; temiz kalmak gerekir. Direnişin kirlenmemesi, onun ilk günkü safiyetini korumasına bağlıdır. Çünkü temiz olmayan hiçbir hakikat, Allah katında kıymetli değildir.

Direnişin sınırı vardır. Bu sınır, düşmanın sınırı değil, hakikatin sınırıdır. Bu sınır, düşmanın ne yaptığına göre değil, Müslümanın ne yapmayacağına göre çizilmiştir. Haramla kurulan hiçbir zafer, Allah katında zafer değildir. Hakikat, sadece doğru olduğu için değil; doğru bir yolla yürütüldüğü için kutsaldır. Direnişin büyüklüğü, ne kadar yıkabildiğiyle değil; ne kadar kirlenmeden durabildiğiyle ölçülür.

 

Direnişin estetiği ve dili

Anlam inşası nasıl kurulur?

Her hakikat, yalnızca doğru olmakla var olmaz; aynı zamanda doğru görünmekle, doğru duyulmakla, doğru hissedilmekle anlam kazanır. Çünkü insan sadece aklıyla değil, kalbiyle; sadece düşüncesiyle değil, estetik duyarlığıyla ikna olur. Bu yüzden direniş, yalnızca sloganla değil; şiirle, renk ile, yürüyüşle, duruşla, mimarîyle, sessizlikle de taşınır. Direnişin dili kelimelerden önce bir duruştur; direnişin estetiği zaferden önce bir şereftir.

Kur’an bize kelimeleri indirirken aynı zamanda bir üslup da indirdi. Hz. Musa’ya Firavun’a giderken “yumuşak sözle söyle” buyruğu bir estetik talimidir. Çünkü hakikat ne kadar yüce olursa olsun, onu hoyratça taşımak, o hakikate ihanet olur. Direniş de böyledir: estetikle kuşanmazsa, çabuk eskir, çabuk itilir, çabuk düşmanlaşır. Ama estetikle kuşanmış bir hakikat, zamana karşı dayanıklıdır.

1. Sözün estetiği: Direnişin dili

Direnişin dili sadece bağırmak değildir. Bazen bir cümle bin sesten daha ağır gelir. Bazen bir suskunluk bir yürüyüş kadar yankı bırakır. Hz. Peygamber’in “Ben güzel sözle gönderildim” buyruğu, mücadelenin de kelimeyle bir edep içinde yürütüleceğini bildirir. Direnişin dili, ne söylediği kadar, nasıl söylediğiyle de ölçülür.

Bugün haklı sözlerin hoyrat üsluplarla karartıldığı bir çağdayız. Doğru fikirler, yanlış tonla savunulduğu için itici hâle gelmiştir. Direnişin dili, karşı tarafı susturmak için değil, hakikati duyurmak içindir. Bu yüzden sözü söyleyenin öfkesi değil, sözün kendisi büyütmelidir.

Direnişin dili, içtenliğini kaybettiği an propaganda olur. Duygusuzlaştığı an bürokrasiye döner. Estetiğini yitirdiği an insanı yorar, hakikati itici kılar. Oysa güzel bir cümle, bir hayatı değiştirebilir.

2. Sessizliğin estetiği: Direnişin ahlâkı

Direnişin dili kadar sessizliği de anlam taşır. Hz. Zekeriya, üç gün boyunca konuşmamıştı ama onun suskunluğu, bir tebliğdi. Ashab-ı Kehf’in mağaradaki suskunluğu, zamanın zulmüne karşı bir “terk estetiği”ydi. Çünkü bazen hakikate en büyük hizmet, laf üretmek değil, geri çekilmektir. Konuşulmaması gereken yerde susmak, bağırılması gereken yerde bağırmak kadar değerlidir.

Bugün herkesin bağırdığı bir çağda, sessizlik bir farktır. Direnişin estetiği, bu farkı korumakla başlar. Herkesin slogan attığı meydanda, bir kişinin susarak beklemesi daha çok şey anlatabilir. Çünkü estetik, nicelik değil niteliktir. Ve nitelik, özle biçimin adil bir dengeye oturmasıdır.

3. Görüntünün estetiği: Sembol, renk, yürüyüş

Bir yürüyüşün hangi düzende yapıldığı, bir afişin hangi renkle hazırlandığı, bir kortejde hangi simgenin taşındığı, direnişin estetik boyutunu belirler. Beyaz kefen giymek, elinde zeytin dalı taşımak, sadece birer obje değildir; anlam yüklü sembollerdir. Direniş, işte bu semboller üzerinden çoğalır, derinleşir, yerleşir. Mescid-i Aksâ’nın silueti artık bir kelime değil, bir bilinçtir. Direniş estetiği bunu kurar.

Bugün direnişin afişleri çirkin, pankartları karmaşık, sahnesi dağınık, dili tek düze ise; orada estetik kaybedilmiş, hakikat yıpratılmış olur. Çünkü estetik; düzen, denge, sadelik, zarafet ve çağrışım demektir. Bu beş unsuru taşımayan hiçbir görüntü direniş değildir, olsa olsa gürültüdür.

Direnişin estetiği, onun şerefidir. Bir mücadele ne kadar haklı olursa olsun, çirkinleştiği an yıpranır. Sadece slogan atan değil, şiir yazan da; sadece yürüyen değil, yürüyüşü estetikle düzenleyen de hakikatin parçasıdır. Direnişin dili kelimelerle değil; renklerle, duruşlarla, imgelerle, susuşlarla da kurulur.

Çünkü hakikat yalnızca doğru olmakla değil, güzel taşınmakla da yaşar.

Önceki ve Sonraki Yazılar