1. YAZARLAR

  2. Ahmet Şükrü Kılıç

  3. Ümmetin Anayasası: Medine Vesikası
Ahmet Şükrü Kılıç

Ahmet Şükrü Kılıç

Yazarın Tüm Yazıları >

Ümmetin Anayasası: Medine Vesikası

A+A-

Ümmetin Anayasası: Medine Vesikası ve Unutulmuş Bir Birlik Telkini
 

Toplumlar bazen birlikte yaşamayı yazıya dökmek zorunda kalır. Çünkü yaşanmış acılar, geçmişin kinleri, kavimlerin ayrılıkları, kabilelerin gölgeleri, bir şehirde aynı çarşıya çıkmaya başladığında; her biri aynı ezana susamışken farklı semalardan dua eden insanlara yeni bir hukuk gerekir. Medine Vesikası, sadece bir kâğıt değil; zamanın öfkesine karşı yazılmış, kalemle kazınmış bir barış buyruğudur. Ve o barışı kaleme alan da, bir hükümdar değil; insanı inşa etmek için gönderilmiş bir peygamberdir. Hz. Muhammed (s.a.v.), Medine’ye geldiğinde ne sarayı vardı, ne bekleyen ordusu… O, insanların birbirini boğmaması için indirilen vahyin ilk devlet hâlidir. Ve Medine Vesikası, işte bu vahyin siyasi ahlakla buluştuğu ilk sosyal sözleşmedir.

Peygamber, taraflar arasında herhangi bir talep olmaksızın bu metni ilan etti. Hiçbir Yahudi kabilenin, hiçbir müşrik liderin “gel bir anlaşma yapalım” dediği yoktu. Çünkü inançlar düşman, kabileler husumetli, pazarlar bölüşülmüş, hurmalıklar satranç tahtası gibi paylaşılmıştı. Ama Resûlullah biliyordu ki, adaleti önce kendisine bağlamazsa, ümmeti çatıştıran çizgiler kalacaktır. Bu yüzden, kimse istemeden ilan etti vesikayı. Sözleşme yapılmadı; çünkü taraf yoktu. Toplumun parçaları vardı ve onları taraf hâline getiren; ortak bir adaleti kabul etmeye ikna eden, Peygamber’in güvenilirliğiydi. O, güven veren bir hakem olarak değil, güveni hakem kılan bir ahlak üzere yürüyordu.

Medine Vesikası’nın amacı, farklı inançları aynı dine zorlamak değil; farklı inançları aynı şehirde yaşatacak ortak adaleti tanımaktı. “Yahudiler müminlerle birlikte bir ümmettir” denildiğinde kastedilen, onların Müslüman sayılması değildi; onların da bu şehirde hak sahibi bir toplumsal öge olduklarının tanınmasıydı. Ümmet, artık sadece kıbleye dönenlerin değil, birbirine dönmek zorunda olanların tanımıydı. Kur’an’ın hitap ettiği Müslüman topluluk; bu vesikada, birlikte yaşamak zorunda olan Medine halkına dönüşmüştü. Herkesin dini kendine, ama herkesin geleceği ortak bir barışa emanetti.

Hz. Muhammed’in vesikadaki liderliği, salt bir devlet başkanlığı değil; milleti birleştirme kudretiydi. O, Müslümanları yönetmekten öte, Yahudilerin hakkını güvenceye alan; müşrikleri iç savaşlardan koruyan; kabilelerin kan davasına son veren bir liderdi. Devleti yöneten kişi olmaktan ziyade, milleti yöneten bir vicdan hâline gelmişti. Yahudilerin hem dinlerini korumalarına izin verdi hem de kendi hukuklarına göre hüküm vermelerine. Vesikada açıkça yazılıydı: “Yahudilere dinleri, Müslümanlara da dinleri vardır.” Bu, inanç özgürlüğü değil, hukuki eşitlikti. Sadece inancını değil, hukukunu da yaşayabiliyordu insan.

Bu hukuk, adaleti mezhebe göre değil; mağduriyete göre ölçüyordu. Çünkü Medine Vesikası’nda ilk kez “haklı olan” kimliğinden bağımsız olarak korunuyordu. Bir Yahudi alacaklı ise, bir Müslüman borçlu olabiliyor; bir Yahudi mazlumsa, bir Müslüman cezalandırılabiliyordu. Öyle ki, Zeyd bin Sâniyye isimli bir Yahudi, Hz. Peygamber’e alacağını erken ve kaba bir dille istediğinde, Ömer’in hiddetine rağmen Resûl, borcunu ödedi ve üstüne daha fazlasını verdi. Zeyd iman etti çünkü Peygamber’den aldığı para değil, gördüğü adaletti.

Yine bir Yahudi ile bir Müslüman arasında yaşanan Tümeyme bin Ubeyrik olayı, Medine Vesikası’nın gerçekliğini ve adaletin mezhep üstü işleyişini bir kez daha gösterdi. Tümeyme, Ensar’dan olan bir Müslümandı. Karanlık bir gecede bir Yahudi’nin evine gizlice girdi ve bir zırh çaldı. Suçunun ortaya çıkmasından korktuğu için zırhı, bir başka Yahudi’nin evine gizlice bıraktı. Sabah olduğunda suçlanan o Yahudi, şaşkınlık ve utanç içinde Hz. Peygamber’in huzuruna çıktı. Tümeyme ise Müslüman olmanın ardına sığınarak kendisini savundu. Birçok kişi de onu destekledi. Deliller yüzeyseldi ama görünürde Tümeyme haklıydı. Resûlullah da ilk bakışta onun lehine karar verecekti. Ancak bu sırada vahiy geldi:

“Hainleri savunma. Allah, haini seven değil; mazlumu koruyanların yanındadır…” (Nisâ 105–107)

Tümeyme suçlu çıktı. Yahudi ise aklandı. Peygamber önce sustu, sonra vahyin emrine uydu. Medine’nin sokaklarında bir Yahudi’nin yüzü aydınlandı; bir Müslümanın eli karardı. Ve böylece anlaşıldı ki, Medine Vesikası sadece bir anayasa değil; vahyin içinden çıkan bir ahlak manifestosuydu.

Benî Nadr Yahudileri, zina eden kabile mensuplarının daha az ceza alması için İslam hukukunu tercih etmek istediklerinde, Hz. Peygamber onları Tevrat’a göre cezalandırdı. Çünkü mesele yalnızca günahın cezası değil; toplumsal düzenin kendi inanç sistemine göre işlemesiydi. Bu, Medine’deki hukuk felsefesinin zirvesiydi: Suçun değil, adaletin dini yoktu. Herkes kendi yasasıyla yargılanabiliyordu. Peygamber buna müsaade etmekle kalmadı; bizzat uyguladı. Ve bu davranış, dinî çoğulculuk ile adaletin aynı metinde yaşayabileceğini insanlık tarihine ilk kez yazdı.

Ama bu hukuk, bozuldu. Çünkü adalet sadece yazmakla korunmaz, sadakatle yaşatılır. Benî Kaynukâ, Medine pazarında bir Müslüman kadına yapılan çirkin saldırıyla vesikayı ilk bozan oldular. Bedir’den sonra yükselen Müslüman gücünü tehdit olarak gördüler ve çıkarları uğruna toplumsal barışı yıktılar. Ardından Benî Nadr geldi. Peygamber’e suikast planladılar. Vesikayı değil, savaşı tercih ettiler. Ve nihayet Hendek Savaşı’nda Benî Kurayza, düşmanla işbirliği yaparak Medine’yi arkadan vurmak istedi. Ortak savunma yükümlülüğünü ihlal ettiler. Vesika böylece fiilen hükmünü yitirdi. Ama unutmayalım: Vesikayı Hz. Muhammed kaldırmadı. Vesikayı taraflar kendi elleriyle yırttı.

Bugün Türkiye’de ve İran’da toplumsal barışın sağlanamamasının temel sebebi de budur: Adaleti elinde tutanlar, onu kendi lehlerine kullanma hastalığına yakalanmıştır. Gücü ele geçiren, toplumu değil, kadrosunu korumaktadır. Devrim kendi çocuklarını yemeye, cemaat kendi muhalifini afaroz etmeye, iktidar kendi dışındakini yok saymaya başlamıştır. Oysa Medine Vesikası’nın öğrettiği en büyük gerçek şuydu: İktidar, adalete boyun eğdiği sürece meşrudur. Peygamber bile haksızsa savunulmaz. Müslüman bile olsa cezalandırılır. Ve bir Yahudi, alacaklıysa korkmadan alacağını ister.

Ama şimdi biri çıkıp diyebilir ki: “Peki ya Kemalistler, ya laikler, ya solcular? Onların yaptıkları ne olacak?”

Cevabımız basit ama sarsıcıdır:

Ömer Muhtar’ın deyimiyle, “Onlar bizim hocamız değil.”

Biz adaleti, zulmün başka bir versiyonuna karşı aklamak için değil; bizzat kendi kalbimize yerleştirmek için istiyoruz. Eğer zalimi yalnızca kıyafetine, kimliğine, sloganına göre tanımlarsak; bir zulmü diğerine perde yapmış oluruz. Oysa Medine Vesikası’nın ruhu şudur: Haksız kimse, bizimle aynı inancı taşısa bile mazluma karşı korunamaz. Ve adalet, mazlumdan değil; müminin kendinden başlar.

İran’da Şii mezhebi, bazen devletin tekelinde bir inanç dayatmasına dönüşür. Türkiye’de Sünnilik, sadece şekilsel bir aidiyete indirgenir. Her iki ülkede de adalet, inanca değil, bağlılığa göre çalışır. Oysa Medine’de adalet, sadakatin değil, haklılığın yolundaydı. Peygamber, Yahudi’den borç aldı çünkü toplumu “biz” yapan şey, aidiyet değil güven ilişkisiydi. Borç meblağı yüksekti denemez; çünkü mesele para değil, toplumun birbirine temas etmesiydi. Bugün borç bile alınamayan insanlar arasında ümmet olunamaz. Güvenin olmadığı yerde hukuk işlemeyeceği gibi; inancın olduğu yerde adalet de tesis edilemez. Medine Vesikası, bunu öğretti.

Ve biz şimdi tekrar sormalıyız: Aynı mahallede ezan okunuyorsa ama insanlar birbirine borç veremiyorsa; aynı seccadede secde ediliyorsa ama birbirinin hakkı çiğneniyorsa; aynı vatanda yaşıyorsak ama hukuk mezhebe, tarikata, partiye, konjonktüre, imtiyaza, ideolojiye, paşaya, ağaya, hukuku katleden anayasa mahkemesi başkanına, Yargıtay başsavcısına göre işliyorsa… Biz hangi vesikanın ümmetiyiz? Ve hangi kalemin yazdığı toplumuz?

Önceki ve Sonraki Yazılar