Yere düşen meyveler!
Daldan sarkan bir meyve gibi bekledim. Sapım kuruyana dek değil, umudum tükenene dek. Olgunlaşmanın tam ortasında bir elin dokunuşunu hayal ettim. Yere düşmeden önce bir avuç içi beni tutmalıydı; hayatıma uzanmalıydı, beni taşımalıydı, kokumu duymalıydı. Ama olmadı. Olduramadım. Zaman, toprağa çarpan her hayalimle biraz daha ağırlaştı. Dallarımda ne çok meyve vardı aslında; ama hepsi tek tek düştü, çürüdü, unutuldu. Ne toplayan oldu, ne dönüp bakan.
Bazen dolu vurdu içimi, ne dediğimi bilmedim. Bazen don geldi, duygularımı uyuşturdu. En çok da çiçek açtığım zamanlar yıktı beni; umutlandığım, sevinçle kendimi anlattığım o bahar kıvamı… En fazla çiçeği açan ağaçlar en ağır hasadı beklerken kırılır ya rüzgârda, ben de en çok inandığım zamanlarda kırıldım.
Bir meyve neden düşer? Çürüdüğü için mi, olgunlaştığı için mi? Yahut ilgisizlikten, ya da “toplanmadığı için” mi? Filozoflar bu soruya bile farklı cevaplar verir. Kimisi doğanın yasası der, kimisi kaderin tasarımı. Ama ben bilirim, bazı meyveler düşmek için yaratılmamıştır. Onlar tutulmak içindir. Uzanmayan ellerle sınanır hayat, konuşmayan dillerle ve duymazdan gelen kalabalıklarla. Ve bazen en büyük çürüme, bedenin değil ruhun yere çarpmasıdır.
Her şey anlamla dirilir. Cansız gibi duran her kelime, ona nefes verilene dek kabukta kalır. Ben işte o kelimeler gibi bekledim; bir ruh dokunsun da canlanayım diye. Kelimelerle konuştum, yazılarla yol aldım, içime kıymık kıymık biriken acıları harf harf kana çevirdim. Bazen sözlerim toplansın istedim bir avuç insanın yüreğinde. Olmadı.
Yine de yazdım. Her meyve gibi tohum taşıyordum içinde. Çürüyerek bile olsa, toprakla buluşmayı umut ettim. Belki bir filiz çıkar dedim, bir başka daldan, başka bir baharda, başka bir elde…
İnancım zayıf düştü evet, ama o da bir düşüş biçimiydi. Çünkü her inanç, imtihanla birlikte doğar. Yere düşen meyve gibi, ben de düşünce öğrendim toprağın ne olduğunu. Toprak susar ama unutmaz. İçine düşeni kaydetmek gibi bir ahdi vardır onun.
Yolda yürümedim kimseyle. Yalnızlık kaderim değildi, tercihim de değildi; bana sunulan tek hakikat buydu. Kalabalıklardan bir şey beklemedim, çünkü kalabalıklar çoğu zaman sesini bir çığırtkanın ağzına bırakır. Ben hep tek bir sesin peşindeydim: Anlayan bir sesin. Bir insanın değil sadece, bir yüreğin sesi.
Her gün bir kıymık batıyor yüreğime. Görünmeyen, ama her nefeste hissettiren bir sızı bu. Ne bir hastalığın adı, ne bir acının geçmişi… Sanki içimde bir harita çizilmiş de, o haritanın her çizgisi acı ile oyulmuş. Kan sızısı mı? Evet. Ama daha çok anlam sızısı… Çünkü insan ne zaman acı çeker? Bir anlamın boşa gittiğini düşündüğünde.
Aslında yıllardır bir Filistin kaderi yaşıyorum. Dallarım bombalanmış bir zeytin ağacı gibi, çiçeklerim gözyaşlarına boğulmuş Kudüs gülleri gibi… Kime anlatsam, ya politik bulundu duygularım, ya da “abartılı.” Oysa ben hiçbir zaman devleti, milleti ya da hamaseti konuşmadım. Ben yalnızca “sahipsizlik”ten bahsettim. El uzanmayan bir meyveden, yere düşen bir çocuktan, yüzüne tükürülen bir duvardan… Herkesin yanında fotoğraf çektirdiği ama kimsenin gerçekten içinde barınmadığı bir davadan…
Filistin dediğim, sadece bir harita değil, benim içimde düşen her meyvenin adıydı. Ve belki de bütün insanlık, tam da o meyvenin düşüş anında susan kalabalıkların yüzüydü.
Ben o meyveyim. Yere düşmeden önce tutulsam belki başka türlü olacaktı her şey. Ama şimdi düşerek öğrendim: Toprağa çarpan yalnızlıktan doğar hakikat. Ve topraktan fışkıran her filiz, bir gün göğe uzanmayı yine hayal eder. Çünkü düşen meyve ölmez; onu anlayan biri varsa, düşüş bile yeniden doğuş olur.
Ve ben, düşerek dirilen bir meyve gibi yazıyorum bu satırları. El uzanmasa da, ben toprağın dilinden konuşuyorum artık. Çünkü yere düşen her meyvenin içinde bir direniş vardır. Kimse toplamazsa bile, toprak unutmuyor. Belki bir çekirdeği tohum olacak, o filizlenecek…
Ve toprak, bir gün hepsini konuşturacak.