1. YAZARLAR

  2. Ahmet Şükrü Kılıç

  3. Barakadaki meclis, baraka defterleri
Ahmet Şükrü Kılıç

Ahmet Şükrü Kılıç

Yazarın Tüm Yazıları >

Barakadaki meclis, baraka defterleri

A+A-

Baraka, yeryüzünün unutulmuş bir kıyısına kurulmamıştı; hafızanın en sessiz yerine kurulmuştu. Bir milletin iç sesi susturulduğunda, zaman onun pasını bir barakanın tahtalarına işlerdi. Karadeniz’in kıyısında, yosun kokusu toprağın vicdanı gibiydi; konuşmazdı ama anlatırdı. Tahtaların arasından sızan rüzgâr, içinden geçtiği her boşlukta eski bir dua mırıldanıyordu. Sanki bir medeniyet, terk edilmiş bir barakanın içinden yeniden başlamak için randevu almıştı.

 

Ben sobaya iki ince dal parçası atarken, kapı ağır ağır aralandı. Ne gelenin adımı çağıran bir sesi vardı, ne de zamanla kirlenmemiş bir yüzü. Takım elbisesi yılların törenine katılmış, kravatı hâlâ sıkılmıştı; sanki boğazına değil, ruhuna düğümlenmişti. Oturdu. Konuşmadı. O susunca, içerideki her şey konuşmaya başladı. Baraka çatırdadı, çaydanlık sızladı, rüzgâr içeriye iç çekerek girdi.

 

“Meclis bir aynadır,” dedi sonunda. “Ama oraya bakanın yüzü değil, sadakati görünür.”

 

Ben sustum. Çünkü bu sözün karşısına kelimeyle çıkılmazdı; ancak iç çekişle cevap verilir. Çaydanlığı hafifçe sobanın üstünde kaydırdım. Buharı gözlüğüme değil, kalbime değdi. “Kime sadakat?” dedim. “Millete mi, mabede mi?”

 

Gözleri yerdeki eski bir çiviye takıldı. Sanki o çivi, bir hatırayı duvara sabitlemişti.

 

“Millet, her beş yılda bir unutulur,” dedi. “Ama mabet, yemin ettiklerini mezara kadar hatırlar.”

 

Baraka ağırlaştı. Her kelime bir tahtaya çakıldı. Her suskunluk, tavanın çatlağına yerleşti. Cebinden yıpranmış bir defter çıkardı. Kenarları yanık. İçindeki satırlar titrek.

 

“Kurucu Meclis’in üçte biri locadandı,” dedi. “Bazıları, kendi soyunu gömdü. Çünkü yeni bir devlet inşa ediliyordu ama ruhu başka yerden ithaldi. Medeni Kanun’u İsviçre’den almadık sadece; mühürleriyle birlikte aldık. O mühür, bizim alnımıza değil, mabede basıldı.”

 

Duvara asılı solmuş bir tabloya baktım. Eski Meclis’in resmi. Bazı yüzler silinmiş, bazıları ise hiç çizilmemiş gibiydi. Ortadaki tek yüz ise gözsüzdü. Çünkü bazı yüzlerin sadece gölgesi olurdu.

 

“İlk konuşulan şey, ilk susturulur,” dedi adam. “İlk Meclis’te Allah anıldı. Bir daha hiç anılmadı. Sonra ümmet denildi, onun yerine halk konuldu. Ama halk dediğimiz, içi boş bir çuvaldı. Mabedinse içi dolup taştı. Onlar boşalttı, biz alkışladık.”

 

“Mecliste kaç kişi vardı?” diye sordum.

 

Gülümsedi. “Çoktu. Ama bir kişi yetti. O da mebus değildi. Mabetteydi. Gölgede.”

 

Elini cebine attı, küçük bir kağıt çıkardı. Üzerinde şu kelimeler:

“Eşitlik. Kardeşlik. Hürriyet.”

 

“Bu bir bildiri değil,” dedi. “Bu bir parola. Her biri bir kapı açar. Ama milletin değil. Mabedin kapılarını.”

 

Sobanın içindeki köz birden parladı. Adamın yüzünü değil, içinde yanan eski bir korkuyu aydınlattı. “İlk kabinede İçişleri, Dışişleri, Adalet Bakanı aynı locadaydı. Devletin kalbine üç tane ritüel gömüldü. Millet o gün alkışladı. Çünkü alkış, çoğu zaman kandırılmışların susmasıdır.”

 

Ayağa kalktı. Ceketini çıkardı. Sırtını bana dönmeden yere bıraktı. İç astarında üç sembol: gönye, pergel, göz.

 

Ben irkildim. “Sen de mi onlardandın?”

 

Dönüp baktı. “Ben çıktım,” dedi. “Ama içimdeki gölge hâlâ benimle.”

 

Çıktı. Kapıyı kapatmadı. Çünkü barakada hiçbir sır kapı ardından fısıldanmazdı.

 

Derken bir başka gölge geldi. Yün ceketi yamalı, kelimeleri eski bir tespih gibi dizili. Sessizce oturdu. “Ben bir zamanlar kürsüdeydim,” dedi. “Ama konuştuğum metinleri ben yazmadım. Kalem tutan parmakları değil, o parmakların gölgesini tanıyordum.”

 

Barakanın çatısındaki çatlağa parmağını dayadı. “İlk çatlak burada oldu. Çünkü biz, ihanetle değil, ihmalle çöktük.”

 

“Kimdi onlar?” diye sordum.

 

“Onlar sadece mason değildi,” dedi. “Onlar, onların gülüşüne sığınanlardı. Her dönem değişen insanlar değil, sabit kalan bir gölge vardı.”

 

Cebinden bir meclis zabıt defteri çıkardı. Bir sayfa kıvrılmıştı. “Bir mebus, ‘Hilafeti kaldırırsak ruhumuzu kaybederiz’ dedi. Ama cevabı şu oldu: ‘Yeni devletin ruhu, mabette üflenmiştir.’ Bu söz zabıtlara geçmedi. Ama locada bir alkış koptu.”

 

Ayağa kalktı. “Bu baraka göğe açılmaz. Sadakate açılır. O yüzden yağmurdan değil, ihanetten korunuruz burada.”

 

Çıktı. Kapı hâlâ açıktı.

 

Sonra sarıklı biri geldi. Sesi yorgundu. “Ben minberdeydim,” dedi. “Ama hutbe benden önce yazılmıştı. Altına sadece ismimi koydum.”

 

Elindeki tesbihi çekmeden masaya koydu. “Hilafeti kaldırdılar. Ama hutbede şöyle yazıldı: ‘İslam’ın ruhu Cumhuriyet’te yaşar.’ Yalan. Çünkü o ruh, inkârla başladı. Bu hutbeyi yazan, bir müftüydü. O da locadaydı.”

 

Tesbih boncuğunu düşürdü. Gitti.

 

Sonra bir akademisyen geldi. Kalın gözlükleri, ince vicdanı vardı. “Bir doktora tezi şöyle bitti: ‘Cumhuriyet devrimleri insanlığın ahlâkî sıçramasıdır.’ Ama o cümle bir makaleden değil, bir mabed emirnamesinden çıktı. Ben jüriydim. Geçirdim. Çünkü geçirmeseydim, ben geçilemeyecektim.”

 

Gözlüğünü çıkardı, barakanın duvarına astı. “Artık görmek istemiyorum.”

 

Sonra eski bir bakan geldi. Elinde bir rozet. Üzerinde üç harf: M.G.M.

 

“Meclis Gölgeler Meclisi,” dedi. “Ben orada sadece imza attım. Asıl kararlar locadaydı.”

 

Sonra bir kadın geldi. Susturulmuş bir gazeteci. Elindeki sararmış gazeteyi sobaya attı. Manşet yanarken konuştu:

 

‘Yeni Türkiye Mabedin Eşiğinde.’

 

“Ben o cümleyi yazmadım. Ama sustum. İmza attım. Yetmedi. Çünkü sadakat gerekiyordu.”

 

Ve o gece… Barakada sadece ben kaldım. Ama aslında ben de gitmiştim. Çünkü herkesin itirafı bir parçamı alıp götürdü. Sobadaki köz sönüyordu. Ama içimde bir yangın başlamıştı.

 

Kapı hâlâ açık. Ve ben biliyorum. Bir gün, bu kapıdan sen de geçeceksin. Çünkü mabedin susturduğu her ses, bir gün barakaya uğrar.

 

Ve burada artık sadece konuşmalar değil…

Hakikat konuşur.

Önceki ve Sonraki Yazılar