1. YAZARLAR

  2. Ahmet Şükrü Kılıç

  3. Beraat hukukun kendisiyle yüzleşmesidir!
Ahmet Şükrü Kılıç

Ahmet Şükrü Kılıç

Yazarın Tüm Yazıları >

Beraat hukukun kendisiyle yüzleşmesidir!

A+A-

Bazı davalar sanığın fiilini değil, devletin hukuk anlayışını tartar. Bu tür yargılamalarda mahkeme salonu, yalnızca bir ceza muhakemesi mekânı olmaktan çıkar; anayasal ilkelerin sınandığı bir vicdan alanına dönüşür. Benim yargılandığım dosya, tam olarak bu nitelikteydi. Yazdıklarım nedeniyle değil, yazdıklarımın anayasal koruma altında olup olmadığına dair bir sınama nedeniyle sanık oldum. Verilen beraat kararı ise bir takdir değil, hukukun kendi normlarına geri dönüşüdür.

 

Hakkımda suç duyurusunda bulunan merci, Konya 2. Ağır Ceza Mahkemesi idi. Eleştirinin yöneldiği yargı makamının aynı zamanda şikâyetçi sıfatını üstlenmesi, dosyayı baştan itibaren ifade özgürlüğü bakımından hassas bir zemine taşıdı. Kamuoyuna açık FETÖ davalarına ilişkin yazılarım; “Yargı görevini yapanı etkilemeye teşebbüs”, “Hakaret”, “İftira” ve “Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek” gibi ceza hukukunun en ağır normlarıyla ilişkilendirildi. Oysa ceza hukuku, Anayasa Mahkemesi’nin de defaatle vurguladığı üzere, ifade özgürlüğünün istisnasıdır; kuralı değil. 

 

Dosyanın maddi olguları tartışmasızdı. Avukat Memduh Oğuz, adli kontrol şartıyla serbest bırakıldıktan sonra yurt dışına kaçmıştı. Bu kaçış ihtimalini ben daha önce yazılarımda dile getirmiştim. 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından, duruşma savcısı yakalama talep etmiş; mahkeme heyetinde bir başkan ve bir üye bu talep yönünde oy kullanmıştı. Buna karşılık  bir üye hâkim, “Yeni delil elde edilmediği” gerekçesiyle karşı oy şerhi düşmüştü. Benim eleştirim, bu şerhin hukuki sonuçlarına ve kamu vicdanında doğuracağı etkiye dairdi. Ayrıca şerhi düşen hakim de suç duyurusunda bulunmuştu, ayrıca mahkeme başkanı ve diğer üyenin daha da genişleterek beni yargılatacak duruma gelmeleri, benim davaları takip etmemin önüne geçmek anlamına geliyordu. Benim yaptığım şey, Anayasa Mahkemesi’nin tanımıyla, “Kamusal tartışmaya katkı sunan değer yargısı”ndan ibaretti. FETÖ sanıklarının avukatlığını yapan kişilere dönük yaptığım eleştiriler de hakaret ettiğim gerekçesiyle hakimlerin şikayet dosyasında yer alıyordu. Suçlamayı güçlendirmek için sığındıkları yer de kendi alınlarına yazılan bir lekeydi. 

 

Nitekim Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kararlarında defalarca şu ilkeyi vurgulamıştır; kamu gücünü kullananlar, özellikle yargı organları, eleştiriye daha geniş bir hoşgörü alanı göstermek zorundadır. Mahkeme, “İfade özgürlüğü, yalnızca zararsız veya önemsiz görülen düşünceler için değil; sarsıcı, rahatsız edici ve endişe verici ifadeler için de geçerlidir” tespitini istikrarlı biçimde sürdürmektedir. Benim yazılarım da tam olarak bu çerçevede değerlendirilmelidir.

 

Aynı yaklaşım, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında da yerleşiktir. AİHM, Lingens/Avusturya ve Castells/İspanya kararlarında, kamu otoritelerine yöneltilen eleştirilerin cezai yaptırımlarla bastırılmasının, demokratik toplum düzeniyle bağdaşmadığını açıkça ortaya koymuştur. Mahkeme’ye göre basın, “Kamunun gözcüsü”dür ve bu gözcülük faaliyeti, kaçınılmaz olarak sert, abartılı ve rahatsız edici ifadeleri de kapsar. Ceza tehdidi altında yapılan gazetecilik ise gazetecilik değildir; suskunluk üretir.

 

Savunmamda mahkemeye açıkça şunu ifade ettim: “Yıllardır FETÖ davalarını müştekilerden daha sıkı takip ettim. Yazdıklarım iddianamelere girdi, dosyalara delil oldu. FETÖ’ye kendimi hedef gösterdiğim halde, tutkusuz yargılanmaları kararı veren başkan ve üyeleri nasıl hedef gösteriyormuşum. FETÖ’nün memnun olacağı kararları milletin gözüne soktuğum için FETÖ’nün hedefinde olan benim.” Bu beyan, kişisel bir savunmadan öte, basının kamusal rolüne ilişkin anayasal bir hatırlatmaydı. Çünkü Anayasa’nın 28. maddesiyle güvence altına alınan basın özgürlüğü, yalnızca bir hak değil; aynı zamanda topluma karşı yerine getirilmesi gereken bir ödevdir. Benim esas görevim basın mensubu olmama dayandırılacak bir sorumluluk da değildi. Dinime, vatanıma ve milletime karşı yapılan saldırının bir vatandaş olarak karşısında durmaktı!

 

Buna rağmen, hakkımda açılan kamu davası, eleştiri ile suç arasındaki sınırı belirsizleştiren bir yorumla kurgulandı. Oysa gerek Anayasa Mahkemesi gerek AİHM içtihatları, “Değer yargıları”nın ispat yükümlülüğüne tabi tutulamayacağını ve cezai sorumluluk doğurabilmesi için açık bir şiddet çağrısı veya nefret saiki bulunması gerektiğini net biçimde ortaya koymaktadır. Bu dosyada ise ne şiddet çağrısı ne de hedef gösterme kastı vardı; yalnızca kamu yararı saikiyle yapılmış sert bir eleştiri mevcuttu.

 

Bu çerçevede Konya 4. Asliye Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında anayasal ve uluslararası içtihatlarla uyumlu bir tutum sergiledi. Mahkeme; yazıların basın özgürlüğü ve haber verme hakkı kapsamında kaldığını, güncel ve toplumu ilgilendiren üstün kamusal yarar taşıdığını ve atılı suçların yasal unsurlarının oluşmadığını açıkça tespit etti. Bu karar, yalnızca bir beraat hükmü değil; Anayasa ve AİHS ekseninde kurulmuş bir hukuk cümlesidir.

 

Beraat, bu nedenle bir bağış değildir. Beraat, masumiyet karinesinin iadesidir. Hukukun, ifade özgürlüğü karşısında geri çekilmesi gereken yerde durmayı hatırlamasıdır. Bu dosyada geri çekilen şey, ceza tehdididir; ayakta kalan ise eleştirinin meşruiyetidir.

 

Bu yazıyı hukuki hafızaya düşülmüş bir kayıt olarak kaleme aldım. Çünkü hukuk, ancak hatırlandığında adil kalır. Sustukça cezasızlık büyür, konuştukça hukuk derinleşir. Ben de bu nedenle yazmaya devam edeceğim.

Önceki ve Sonraki Yazılar