“O şerhi nasıl düştün Allahsız?” demiştim!
Bir beraat daha aldım.
Ağır Ceza Hakimine hakaret ettiğim gerekçesiyle yargılandım.
Bazı dosyalar vardır, insanın mesleki ilgisinin çok ötesine geçer. Çünkü o dosyalarda yalnızca sanıklar değil, bir dönemin zihniyeti dolaşır. Benim için de öyle oldu. FETÖ’nün yargı yapılanmasına ilişkin davaları yakından takip ediyordum. Özellikle Memduh Oğuz ismi, sıradan bir sanık değil, yargı içindeki karanlık bir hattın temsilcisi olarak dikkat çekiyordu. Fenerbahçe şike operasyonunda, Aziz Yıldırım cezaevindeyken TFF Disiplin Kurulu üyesi sıfatıyla ifadesini alan kişilerden biriydi. Daha sonra FETÖ’nün yargı imamlarından biri olarak anıldı. Bu yüzden o dosya, benim için sadece hukuki değil, vicdani bir takip meselesiydi.
15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra, bu dosya kapsamında verilen bir ara karar dikkatimi çekti. Firari bir FETÖ sanığı hakkında yakalama talebi vardı. Mahkeme oy çokluğuyla yakalama kararı verdi. Ancak bir üye hâkim bu karara muhalefet şerhi düştü. O şerh, sıradan bir hukuki itiraz değildi. O günün ruhuna, milletin yaşadığı travmaya, sokaklarda verilen canlara rağmen yazılmış soğuk bir metindi. İşte ceza almama neden olan yazı tam da bu noktada kaleme alındı. Başlığı bir soruydu:
“O şerhi nasıl düştün Allahsız!”
Bu cümle bir sövme değildi. Bir kişiye yönelmiş kör bir hakaret hiç değildi. Bir tutumu, bir zihniyeti, bir vicdan eksikliğini sorgulayan sert bir itirazdı. Anadolu’nun dilinde “Allahsız” kelimesi çoğu zaman bir inanç isnadı değil, merhametsizlik, halden anlamazlık ve vicdansızlık ifadesidir. Benim kastım da buydu. Nitekim yıllar sonra Yargıtay da bu kelimeyi böyle okudu.
Aynı süreçte, dosyayı yakından takip ettiğimi gösteren başka yazılar da kaleme aldım. “Bizden bu kadar Memduh, sana güle güle” başlıklı yazı da bunlardan biriydi. Bu yazı ceza konusu olan metin değildi. Bir veda değil, bir öngörüydü. Tutuksuz yargılanmasının kaldırılmasını eleştiriyor, kaçacağını söylüyordu. Ve kaçtı. Bugün hâlâ firari. Bu yazıyı burada anmamın sebebi, cezayı gerekçelendirmek değil; sürecin bilinçli ve süreklilik içinde takip edildiğini göstermekti.
Sonra yargılama başladı. Açılan dava, Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi kapsamında “Kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret” suçlamasına dayanıyordu. İlk derece mahkemesi, TCK 125/1-2-3.a-4 maddeleri uyarınca hakkımda 1 yıl 2 ay hapis cezası verdi. Bununla da kalınmadı; TCK 53 ve 58. maddeler uygulanarak hak yoksunlukları ve tekerrür hükümleri devreye sokuldu. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması ve lehe diğer hükümler de bilinçli biçimde uygulanmadı. İstinaf sürecinde bu karar onandı.
Bu noktada mesele artık bir yazı değildi. Çünkü bir yıldan fazla hapis cezası, sadece özgürlüğü değil, memuriyet görevini de sona erdiren bir sonuç doğuruyordu. Yani verilen ceza, fiilen bir “Meslekten tasfiye” anlamına geliyordu. Bir kelime üzerinden, bir sorudan yola çıkılarak, yıllarca verilen emeğin, kamusal birikimin ve mesleki kimliğin tamamen ortadan kaldırılması söz konusuydu. Bu, hapis tehdidinin ötesinde, açık bir sivil ölüm ihtimaliydi.
Ceza kesinleşti. Ardından iki yıl süren bir firari hayat başladı. Firari olmak çoğu zaman yanlış anlaşılır. Firari yaşamak özgürlük değildir. Firari yaşamak, sürekli tetikte olmaktır. Geceleri kapıya gelen her sesle irkilmek, evine yapılan aramalarla yüzleşmek, sadece kendi evinin değil, ablalarının evlerinin de aranmasına tanık olmaktır.
Bir arkadaşla çekilmiş bir fotoğraf yüzünden, onun evine varana kadar yapılan aramaları gördüm. Ama işin en kirli tarafı şuydu; arama yapan bazı polislerin, çevreye “Cumhurbaşkanına hakaretten aranıyor” yalanını bilinçli biçimde yayması. Bu yalanı öğrendiğimde sert bir yazı yazdım. Sonrasında ilgili birimin müdürü beni aradı. Polisler adına özür diledi. Özür, yaşananları silmedi. Sadece kayda geçti.
Eğer o süreçte ilgili yasa çıkmamış, temyiz yolu yeniden açılmamış olsaydı, kesinleşmiş 1 yıl 2 aylık hapis cezasını yatmak zorunda kalacaktık. Bununla birlikte memuriyet de çoktan sona ermiş olacaktı. Firari yaşamak da hapis yatmak kadar ağırdır. Biri duvarla, diğeri belirsizlikle çevrilidir. Hangisinin daha ağır olduğunu yaşayan bilir.
Yıllar sonra dosya Yargıtay’a gitti. Yargıtay, bu sözlerin hakaret değil, nezaket dışı olsa da ağır eleştiri niteliğinde olduğunu, hakaret suçunun yasal unsurlarının oluşmadığını açıkça söyledi. Ardından beraat geldi. Geç geldi. Ama geldi.
Bugün Fenerbahçe şike davası yeni gözaltılarla yeniden gündeme taşınıyor. Aynı dosyalar, aynı isimler, aynı karanlık ilişkiler tekrar konuşuluyor. Bu yüzden bu süreci hatırlatmak istedim. Çünkü unutmak masum bir refleks değildir. Bazen bilinçli bir tercihtir. Memduh Oğuz, bağlantıları ve onu oraya taşıyanlar da bu dosyaya dahil edilmelidir.
Bu uzun ve yıpratıcı sürecin sonunda bir teşekkür borcum var. Beraat kararına giden yolda hukuku sabırla taşıyan, dosyayı satır satır takip eden oğlum ve avukatım Şükrü Nuh Kılıç’a…

