10. Yıl Marşı: Selçuk’tan Ankara Üniversitesi’ne kadar…
Onlar, aynı şehirde nefes alan iki şairdi. Biri, taşradan merkeze açılan bir öğretmendi. Diğeri, taşranın genç bir öğrencisi. Kayseri Lisesi’nde 1920’li yıllarda yolları kesişti; aralarında on yaş vardı ama şiirin yaşla ilgisi yoktu. Faruk Nafiz Çamlıbel, yeni atanmış bir edebiyat öğretmeni olarak Kayseri’ye geldiğinde, karşısında henüz on altılı yaşlarında Behçet Kemal Çağlar vardı. Şiire ilgisi büyüktü; kelimelerle değil, vatanla yazıyordu kendince. Belki ilk teşviki, ilk alkışı, ilk dizelerin yerini değiştiren uyarıyı ondan aldı. Yıllar geçti. Aynı toprağın iki sesi, aynı marşta buluştu. 1933 yılıydı. Cumhuriyet on yaşındaydı. Henüz çocuktu belki ama çocuğun ağzından çıkan her söz, bir ideolojinin ezberi hâline getirilmek üzereydi. İşte tam o yıl, 10. Yıl Marşı yazıldı. Resmî olarak büyük bir yarışma ilan edilmemişti ama dönemin Millî Eğitim çevresi, bu iki ismin kaleminden çıkacak bir metnin devletin dilini en iyi şekilde yansıtacağına kanaat getirmişti. Nitekim, Faruk Nafiz Çamlıbel ile Behçet Kemal Çağlar birlikte oturdular, kaleme sarıldılar ve coşkunun her kıvılcımını dizelere döktüler. Marşı Cemal Reşit Rey besteledi. O günden sonra bu marş, bir milli marş gibi okundu. Öyle ki, bazı dönemlerde İstiklal Marşı’ndan bile daha fazla okutuldu, ezberletildi. Çocukların sabah sporlarında, bayram alanlarında, askeri törenlerde, halkevlerinde… Ve “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” dizesi, devletin her kürsüsünde dile pelesenk oldu. Ama söylem ile pratik hiçbir zaman birbiriyle örtüşmedi. Mustafa Kemal Atatürk, halkçılığı temel ilke ilan etti ama kendisi dokunulmaz bir liderlik figürüne dönüştürüldü. Sınıfsız toplum derken, yeni bir sınıf doğdu: Bürokratik seçkinler sınıfı. Ve bu sınıf, tıpkı bir saray aristokrasisi gibi, halktan uzak, kendince kutsanmış bir ideolojinin gölgesinde büyüdü.
Yıllar sonra bu marşın yazarlarından Faruk Nafiz Çamlıbel, Demokrat Parti milletvekili oldu. Ve o marşın içindeki “imtiyazsızlık” sloganına en fazla sahip çıkanlardan biri oldu. Öbür yazar, Behçet Kemal, bir dönem Cumhuriyet Halk Partisi’nden Erzincan milletvekilliği yaptı ve daha sonra da partiye yakın bir kültürel iklimde kalmaya devam etti. O, Nutuk’un gölgesinde yürümeyi seçti; Faruk Nafiz ise nutku aşan bir vicdanla konuşmaya çalıştı. İmtiyazsızlık bir hayal olarak dize dize okundu, ama imtiyazlı olanlar, bu hayalin sahibiymiş gibi kutsandı. Bu kutsama öyle büyüdü ki, bugün, 2025 yılında bile, Cumhuriyet 102 yaşına bastığında, Ankara Üniversitesi’nden Selçuk Üniversitesi’ne kadar pek çok yükseköğretim kurumunda mezuniyet törenlerinin en sonunda 10. Yıl Marşı büyük bir coşkuyla okunmaya devam etti. Andımız, ilkokullardan çıkarıldı. Ama 10. Yıl Marşı, üniversitenin kutsal metni gibi hâlâ sürüyor. Çünkü o marş artık bir marş değil, bir ideolojik aidiyet sembolü. Üstelik bu marşın yazarı olan iki kişiden biri (Faruk Nafiz), o ideolojiyle yollarını yıllar önce ayırmışken, devletin ve akademinin belleği hâlâ ayrışan şairlerin birleştiği dizelerde takılı kalıyor. Bugün üniversiteler, tıpkı tek parti dönemi halkevleri gibi, toplumu halklaştırmak değil, halkı akademi içinde sınıflara ayırmakla meşgul. Mezuniyet kürsüsüne çıkan her öğrenci, imtiyazlı bir kapıdan geçerek, bir başka imtiyazın zırhına bürünüyor. Ve o marş, her mezuniyet töreninde, yeni bir sınıfın antetli zarfı gibi okunuyor: “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz!” Hayır, değiliz. Ve hiçbir zaman olmadık.
Bu noktada mason localarının tarihsel rolünü hatırlamak gerekir. Dini metinlerin dışında, toplumu bir arada tutacak ritüel metinler üretmeye çalışmışlardı. Bu metinler, bazen “kardeşlik”, bazen “aydınlanma”, bazen “inkılap” kavramlarıyla süslenmişti. Cumhuriyet de bu boşluğu doldurmak için kendi “seküler dualarını” yazdı. Andımız, 10. Yıl Marşı, Gençliğe Hitabe, Nutuk; hepsi bu yeni kutsal metinler zincirinin parçalarıydı. Dinî olan susturulduğunda, yerine konulan şey siyasî bir ayindi. Ve bugün, AK Parti’nin milletvekili yaptığı, hatta bazılarını rektör olarak atadığı figürler bile, üniversite mezuniyetlerinde bu seküler ayinleri sahiplenmekten çekinmiyor. Çünkü marşlar kişilerden bağımsız olarak yeni bir iktidar dili haline gelmiştir. Ve o iktidar dili, imtiyazı ayakta tutmak için eşitlik yalanını en gür sesiyle haykırır.
Faruk Nafiz değişti. Behçet Kemal aynı kaldı. Ama onların birlikte yazdığı marş, zamana direndi. Kendisi değişmeden, etrafındaki her şeyi değiştirdi. Ve bugün hâlâ o marşla mezun olan gençler, kendilerini bir halkın değil, bir sınıfın üyesi gibi hissetmeye devam ediyor. Çünkü marş, marş olmaktan çıkıp, bir imtiyazın antik yeminine dönüşmüştür.