1. YAZARLAR

  2. Ahmet Şükrü Kılıç

  3. İslamcıların eylem geçmişi ve ne yapılmalı!
Ahmet Şükrü Kılıç

Ahmet Şükrü Kılıç

Yazarın Tüm Yazıları >

İslamcıların eylem geçmişi ve ne yapılmalı!

A+A-

İslamcıların eylem geçmişi

 

Her millet, hatırladıklarıyla yaşar; unuttuklarıyla yıkılır. İslamcı hareketin geçmişi, yalnızca kelimelerle değil, meydanlarla, afişlerle, bildirilerle ve haykırışlarla yazılmıştır. 28 Şubat’ın tank izlerini silen o yürüyüşlerin ayak sesleri hâlâ zamanın vicdanında yankılanır. İslamcıların eylem geçmişi, bir boyun eğmeme tarihidir. Ama bugün, bu geçmişin sayfaları kapatılmış, direniş hafızası dumura uğramış, yeni nesiller bir yürüyüşün ne demek olduğunu dahi bilmez hâle getirilmiştir.

 

1997’de başörtüsü yasaklarına karşı kadınların sokaklara döküldüğü, kampüslerin önlerinde sabah namazıyla nöbet tutulduğu günler vardı. 2000’lerin başında Mavi Marmara’yla taçlanan Gazze duyarlılığı, on binlerin yürüdüğü, saatlerce meydanları terk etmediği büyük gösterilere dönüşmüştü. Kudüs geceleri, İsrail’in bayrak yakmalarla lanetlendiği, sloganların ezberlenmiş dualar gibi tekrarlandığı etkinliklere dönüşürdü. Her cuma, bir caminin önünde açıklama yapılır, dövizler taşınır, kararlılık ve vakar iç içe geçerdi. Ama artık bu hatıralar birer hatırat cümlesine dönüşmüş durumda.

 

Oysa İslamcı hareketin eylem geçmişi, salt bir siyasi protestonun ötesinde bir ibadetti. Zira zulmün olduğu yerde susmamak, hakikatin emridir. Her afiş, bir secdeye hazırlanmış kelimeydi. Her megafon, susturulmuşların haykırışıydı. Her yürüyüş, kıyamla başlamış bir kelime cümlesiydi. Bugün bu hafızanın diriltilmesi gerekiyor. Çünkü geçmiş yalnızca geçmişte kalmaz; geleceği de şekillendirir.

 

Unutulan yalnızca eylem biçimi değil, o eylemin ruhudur. Bir davetti meydanlar; sessizlerin çağrısıydı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar birlikte yürür, ümmet olmanın ne demek olduğunu adım adım anlatırdı. Şimdi ise sivil toplum denince akla gelen, sosyal medya gönderileriyle sınırlı tepkiler, program notlarıyla süslenen anma geceleri. Oysa biz geceyi sabaha taşıyan bir direnişin evlatlarıyız.

 

İslamcı hareketin geçmişteki miting, yürüyüş ve protesto hafızasını yeniden diriltmeden, ne vicdanlara ulaşabiliriz ne de dünyaya örnek olabilecek bir sivil platform kurabiliriz. Bu hafıza, bir ideolojiden değil, bir imandan doğmuştur. Ve imanla dirilen her adım, zulme karşı ebedî bir meydan okumadır.

 

Direniş bir gelenektir, unutanlar kaybeder. Hatırlamak ise, sadece geçmişe vefa değil, geleceğe borçtur. Bizim şimdi atacağımız adım, o borcun ödenmesidir.

 

Geçmişimiz eylem ve mitinglerle yoğruldu, duygularımızı bilinçli bir duyarlılığa dönüştürme vaktidir. Yazılı bir direnişe adım adım…

 

 

Anayasa ve yasa taslağı sunamayan sivil talepler

 

Sivil toplum, yalnızca taleplerini haykıran bir kitle değil; çözüm önerilerini yazıya döken, hukuki metinlerle yön gösteren bir irade olmalıdır. Ancak Türkiye’de İslamcı hareketin sivil damarında derin bir eksiklik göze çarpmaktadır: Yazılmayan anayasa ve yasa taslakları. Vicdanın sesi olan bir yapının, bu sesin hukuk diliyle nasıl temellendirilmesi gerektiğine dair bir çaba göstermemesi, kendi meşruiyetini bile yazıya dökememesi anlamına gelir.

 

Oysa anayasa dediğimiz şey, bir milletin topluca ‘biz buyuz’ dediği metindir. Müslümanlar ise çoğunluk oldukları bu topraklarda, “biz buyuz” cümlesini yazmaktan hep çekinmiş, sadece “biz buna karşıyız” demekle yetinmişlerdir. Yasaklara karşı çıkmak kolaydır; ama özgürlüğü tanımlamak sorumluluk ister.

 

Başörtüsü yasağı kaldırılırken, bu kaldırılışın temel insan haklarıyla nasıl ilişkilendirileceğine dair sivil bir anayasa maddesi önerilebilirdi. Aileyi, nesli, eğitimi, ibadet hürriyetini, vakıf özgürlüğünü, medya çeşitliliğini temel alan hukukî teklifler hazırlanabilir, Meclis’e sunulabilir, kamuoyuna dağıtılabilirdi. Ama yapılmadı. Çünkü hep bir başkasından beklenildi.

 

Yasa yazmak, sadece hukukçuların işi değildir. Vicdan sahipleri, adaletin yönünü gösterebilir. Bir hak savunucusu, kalemiyle hem mazlumu hem hâkimi etkileyebilir. Ama bizim eylem geçmişimiz yazıya dökülmedi. Sloganlar vardı ama madde yoktu. Metinler vardı ama yasa yoktu. Açıklamalar vardı ama teklif yoktu.

 

Yasaya ulaşamayan bir söz, ne kadar yüksek sesle söylenirse söylensin, hukuk duvarlarına çarpıp sessizliğe gömülür. Türkiye’de İslamcı camianın on yıllardır yaptığı haklı eleştiriler, anayasal karşılıklarını bulamadı. Çünkü bu eleştiriler taslaklara, tekliflere, madde önerilerine dönüşmedi.

 

Bir sivil hareketin gücü, sadece meydanlarda değil, masalarda da ortaya çıkar. Taslak sunmak, görüş bildirmek, teklif oluşturmak; meydanda bağırmak kadar devrimcidir. Ama bu yapılmadığında, siyaset mekanizması kendi bildiğini yazmaya devam eder.

 

Sivil taleplerin yazılıp devletin önüne konulmadığı bir düzende, ‘bu devlet bizi anlamıyor’ demek vicdanî değil, ihmalkâr bir tekrardır. Sivil toplum, yasa koyucuya kendi cümlelerini teklif etmiyorsa, yazılmayan hakikatler, yaşanmayan adaletlere dönüşür.

 

Bu yazılmamışlığın son bulması gerekiyor. Yeni bir anayasa süreci konuşulurken, Müslümanlar kendi tekliflerini bir araya getirmeli; sadece neye karşı olduklarını değil, ne istediklerini de açıkça ortaya koymalıdır. Çünkü yazılmayan her hakikat, inkâr edilmiş bir hakikate dönüşür.

 

 

Siyasi partilerle diyaloğun terk edilmişliği

 

Sivil toplum, sadece sokakta değil, kapalı kapılar ardında da varlık göstermek zorundadır. Mücadele yalnızca pankartla değil, protokolle de yapılır. Ancak Türkiye’deki İslamcı sivil yapıların siyasi partilerle ilişkileri ya dostça bir teveccüh ya da temassız bir bekleyiş içinde geçmiştir. Görüşülmemiştir. Yazılı, belgeli, kamuoyuna açık bir temas kurulmamıştır. Bu eksiklik, hem gücün fark edilmemesine hem de taleplerin muhatapsız kalmasına neden olmuştur.

 

Bir STK, sadece basın açıklaması yapmakla yetinirse, muhatabını bulamaz. Çağrısını yüksek sesle yapsa bile, o ses hangi masaya düştü, kim tarafından not alındı, bilemeyiz. Oysa bir görüşme, bir randevu, bir tutanak; tarihe düşülen bir cümledir. Bugün dönüp baktığımızda, hangi İslamcı STK’nın hangi siyasi partiyle, hangi konuda, hangi maddeler üzerine görüştüğünü bilemiyoruz. Çünkü yok.

 

Bu eksikliğin arkasında bazen korkular, bazen güvensizlikler, bazen de “görüşmeye ne gerek var, biz zaten haklıyız” duygusu vardır. Ama haklı olmak yetmez, o haklılık muhataba taşınmalıdır. Bu taşımayı yapmayan her yapı, kendi hakikatini yalnızlığa mahkûm eder.

 

İktidara yakın durmak ile iktidara talep iletmek aynı şey değildir. Muhalefete uzak durmak ile onunla görüşmemek de aynı şey değildir. Sivil toplumun, iktidara da muhalefete de eşit mesafede olması gerekmez; ama eşit taleplerde bulunması gerekir. Adaleti iktidardan istemek kadar, muhalefetten de ahlâk istemek gerekir.

 

Bugün Türkiye’de sivil yapıların neredeyse hiçbirinin muhalefet partileriyle kurumsal bir diyaloğu yoktur. CHP ile, DEM Parti ile, İYİ Parti’nin yeni kadrolarıyla, Yeniden Refah'la, Saadet-Gelecek-Deva ittifakıyla, hatta MHP gibi tabanı dindar hassasiyet taşıyan partilerle yapılmış somut bir görüşme, sunulmuş bir metin, alınmış bir not neredeyse yoktur. Devlet Bahçeli gibi toplumsal tepkilere karşı her daim bir söylem geliştiren siyasi figürlerin karşısına sivil dille çıkılamamıştır.

 

Bu temas eksikliği, hem sivil yapının sesini zayıflatmakta hem de siyasi partilerin savrulmalarını denetimsiz bırakmaktadır. Oysa STK’ların görevi sadece taleplerini dillendirmek değil, siyaseti yönlendirmektir. Yön vermeyen sivil toplum, yönünü kaybeder.

 

Diyaloğun terk edilmesi, siyaseti boşlukta bırakır. Her partinin kendi menfaatince yürüttüğü politikaları meşrulaştırır. Sivil yapı, “biz görüşmeyiz, biz sadece yazarız” diyerek kendini saf bir vicdan gibi sunar ama o vicdan, temas etmediği için etkisizleşir.

 

Görüşülmeyen güç, görünmeyen bir gölgeye dönüşür. Oysa güç, temasla çoğalır. Gücün sözü, yalnızca kürsüde değil, karşılıklı sandalyelerde de kurulur. Her masada bir sandalyesi olmayan sivil yapı, bir gün o masanın dışında kalır.

 

Şimdi bu yazı, sivil topluma yeniden bir hatırlatma olsun: Temas, teslimiyet değildir. Görüşmek, itaat değil. Aksine, görüşmek; sözünü muhatabına iletmek, vicdanını göstererek siyasi kararları dönüştürmeye çalışmaktır. Artık sivil toplum, bu cesareti göstermeli ve gücünü yalnızca meydanlara değil, masalara da taşımalıdır.

 

 

Filistin için yapılmayan resmi ziyaretler

 

Sözün yüksek, eylemin sönük kaldığı her yer, hakikatin unutulduğu bir yerdir. Kudüs, bizim için sadece bir coğrafya değil; bir sadakat ölçüsüdür. Gazze, yalnızca bir şehir değil; insanlığın sınavıdır. Ancak ne yazık ki, bu kutsallar adına yapılan çağrılar, dualar ve paylaşımlar, hakikî bir eylem zincirine dönüşememiştir. Sivil yapıların en çok ses çıkardığı konu olan Filistin meselesinde dahi, en etkisiz kaldığı nokta resmî temsildir.

 

Sivil toplum, hükümet yetkilileriyle, Dışişleri Bakanlığıyla, Cumhurbaşkanlığıyla yahut Meclis başkanlarıyla yüz yüze, belgeli, yazılı ve açık görüşmeler yapamamıştır. “Gazze için ne yapabiliriz?” sorusunu iktidara doğrudan soramamış, çözüm önerilerini bir dosya hâline getirip iletememiştir. Yapılanlar genellikle sosyal medyada sloganlaştırılmış öfkeler, basın açıklamaları ve sınırlı yardımlarla kalmıştır.

 

Oysa bir resmî ziyaret, sadece bir protokol değil; bir tanıklıktır. Sivil platformun Cumhurbaşkanlığına çıkıp “Biz halkız, ümmetiz, bu çağrıya icabet edin” demesi, bir toplumun vicdanının dosyalanmasıdır. Gidilmemiştir. Talep edilmemiştir. Eğer bu talepler yazılı olarak sunulsaydı, bir sivil ziyaret heyeti oluşturulsaydı, kamuoyunun şahitliğiyle iktidarın sorumluluğu da farklılaşırdı.

 

Bugün sivil toplumun, Gazze için devletin kapısını çaldığına dair bir arşiv kaydı yoktur. Oysa bu çağrılar, merhametle değil sorumlulukla yapılmalıydı. Merhamet bireyin duygusudur; sorumluluk ise bir toplumun bilincidir.

 

Her mitingin sonunda sorulması gereken şuydu: “Bu çağrımızı kim dinleyecek? Hangi kuruma ilettik? Hangi öneriyle geldik?” Fakat bu soruların cevabı, içimizde kayboldu. Kudüs’ün ve Gazze’nin unutulan yönü işte budur: Gidilmeyen yer, sadece sınır değil; muhatap kapısıdır.

 

Kudüs, yıllarca cümlelerimizde yaşadı ama devlet katında temsil edilmedi. Gazze, dualarımızda vardı ama resmî ajandada yer almadı. Bu, sadece siyasetin değil, sivilin de sorumluluğudur.

 

Sivil yapılar, devletle mesafeli olmaktan bir onur çıkardı. Oysa bu mesafe, ne hikmetli bir itidaldi ne de stratejik bir bağımsızlık. Bu, tembellikti. Temas etmeyen ama sürekli çağrı yapan yapılar, sadece izleyici pozisyonuna düştü. Şahit olmadığımız her zulüm, bizim sessizliğimizle derinleşti.

 

Bugün Filistin için gerçekten ne yaptık sorusu, hâlâ bir vicdan terazisinde asılı duruyor. Sadece protesto etmekle yetinen bir yapı, aslında kendi gücünü inkâr etmektedir. Güç, devlete ulaşabilmekten geçer. Devletin sorumluluğunu hatırlatmaktan ve yüzüne bakarak “ne yaptınız” diyebilmekten.

 

Ve şunu unutmayalım: Filistin bir milletin değil, bir ümmetin vicdanıdır. Kudüs, sadece Müslümanların değil, insanlığın ortak utancıdır. Bu utancı sadece söylemlerle değil, eylemle paylaşmak gerekir.

 

Artık yeni bir sayfa açılmalı. Sivil platformlar, devlet yetkilileriyle doğrudan görüşme kültürünü yeniden inşa etmeli. Vicdanî diplomasi, yürekle yapılan ama akılla yürütülen bir çabadır. Kudüs’e gidemesek bile, Kudüs için gidilecek makamlar hâlâ burada. O kapılar çalınmalı. Ve eğer hâlâ açılmıyorsa, toplumun sesi o kapıların önünde yankılanmalı.

 

 

Erdoğan ve Filistin politikası üzerindeki etki

 

Her çağrı, sınırlarını çağıranın cesaretiyle belirler. Sivil toplumun Filistin ve Gazze konusunda ortaya koyduğu çağrılar, çoğu kez haklı, yüksek ve vicdanî olmasına rağmen, çoğu zaman yönsüz, muhatapsız ve etkisiz kalmıştır. Çünkü bu çağrıların en büyük sınırı, muhatabı olan devletin başıyla kurulamayan açık diyalogdur. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konudaki hassasiyetini bilen ve ona duyduğu saygıyı gizlemeyen sivil yapılar, tam da bu saygının gölgesinde susmayı tercih etmiştir.

 

Eleştirmemek, desteklemek anlamına gelmediği gibi, desteklemek de susmak anlamına gelmez. Ancak Türkiye’deki sivil toplum yapıları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Filistin politikası karşısında bir çelişki yaşamaktadır. Ne tam destek, ne açık eleştiri… Ortada kalan bu sessizlik, bir bakıma etkisizliğin beyanıdır.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gazze konusunda açık ve cesur açıklamalar yapan nadir liderlerdendir. Ancak bu açıklamaların sahaya etkisi, sivil toplum tarafından hiç sorgulanmamıştır. Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmalar alkışlanmış, mitinglerde dile getirdiği ifadeler coşkuyla karşılanmış ama hiçbir STK, “Sayın Cumhurbaşkanım, bu güzel sözleri şu eylemle taçlandıralım” diyememiştir.

 

Oysa sivil toplumun görevi sadece onaylamak değil, yön göstermek ve eşlik etmektir. Siyasi iradenin taşıdığı yükü paylaşmak da, eksik kaldığı yerde hatırlatmak da bir görevdir. Ancak Erdoğan gibi bir figüre yöneltilen sessizlik, çoğu zaman kişisel sadakatle karıştırılan bir mesafe üretmiştir. Bu mesafe, devletin sivil sesleri duymasını da engellemiştir.

 

Sivil platformlar ne protesto etmiştir ne de çözüm ortaklığı önermiştir. Bir yol ayrımı gibi durmuştur önlerinde: Ya destekleyip kenara çekilecekler ya da karşı çıkıp sistem dışına düşecekler. Oysa bu iki uç arasında bir üçüncü yol vardır: Eleştirmeden sorumluluk yüklemek, karşı çıkmadan yol arkadaşlığı önermek.

 

Filistin meselesinde bu yapılmamıştır. Sivil platformlar Erdoğan’a mektup yazmamış, öneri sunmamış, çözüm raporu üretmemiştir. Ne zaman ki hükümetin politikası halkı tatmin etmez hâle gelmiş, o zaman sadece sosyal medyada şikâyetler artmıştır. Bu da geç kalmış ve cılız bir çağrıdır.

 

Erdoğan’ın en çok desteklendiği konulardan biri olan Filistin meselesi, sivil toplum için de en büyük sınavdır. Çünkü burada ne Erdoğan’a muhalefet etmek mümkündür ne de tamamen susmak ahlâkidir. Bu durumda sessizliğin dili, çağrının sınırını çizer.

 

Sivil toplum, lider kültüne teslim olmadan, onu tamamlayan bir sadakat gösterebilir. Sadakat, susmak değil, hatırlatmaktır. Birlikte düşünmek, birlikte yürümektir. Eğer Erdoğan gerçekten Gazze için bir şeyler yapıyorsa, sivil toplum bunu çoğaltmalıdır. Eğer yetersiz kalıyorsa, eksikliği tamamlamalıdır.

 

Bu yüzden Filistin için yapılan her çağrı, kendi sınırını Erdoğan’a karşı olan tutumla belirler. Ve bu sınır, bugün en fazla genişletilmesi gereken sınırlardan biridir. Vicdanın sesi, sadece zalime değil, dostun ihmâline de konuşmalıdır.

 

 

STK platformlarının dar kadrosu

 

Bir meydanda on bin kişi olabilir ama eylem yalnızca beş kişinin adıyla anılıyorsa orada genişletilemeyen bir direniş vardır. Türkiye’de sivil toplum kuruluşları, özellikle Filistin ve Gazze gibi ortak vicdanın en derin meselelerinde bile geniş bir katılımı sağlayamamış, aynı kadroların ve aynı isimlerin etrafında dönen bir döngüden çıkamamıştır.

 

Bir mesele ne kadar ortaksa, onu sahiplenen yapıların da o kadar çoğalması beklenir. Ama görüyoruz ki sendikalar, meslek odaları, dernekler, vakıflar ve gönüllü inisiyatifler bu süreçte ya sessiz kalmış ya da desteklerini sosyal medya beğenileriyle sınırlamıştır. Bir platform kurulmuş ama o platformun sesi başka platformlara ulaşmamıştır. Direniş sadece içeride yankılanmış, dışarıya çıkamamıştır.

 

Sivil direniş bir zincir gibidir, halkalar büyüdükçe etki artar. Ama Türkiye’deki direniş halkaları kopuk ve dar bir çemberde kalmıştır. Bazı isimler sürekli çağrılmış, bazı kurumlar hep öne çıkarılmış, diğerleri ise bilinçli ya da bilinçsiz şekilde sürecin dışında bırakılmıştır. Bu da direnişi bir kitlenin değil, bir kadronun mücadelesi hâline getirmiştir.

 

Oysa Filistin gibi bir mesele, yalnızca dindar ya da İslamcı yapılarla sınırlanamaz. Laik duyarlılıklar, vicdan merkezli sol yapılar, meslek kuruluşları, sendikalar ve hatta üniversitelerle birlikte yürütülmesi gereken bir kamu vicdanı hareketidir. Ama bu çağrı yapılmamıştır. Kapılar çalınmamış, el uzatılmamış, birlikte düşünülmemiştir.

 

Sivil toplumun kendi içindeki ayrışması, bu tür vicdanî meselelerde de ortak dil kurmasını engellemiştir. Kim kiminle eylem yapar, hangi platform kime yakındır, hangi dernek kimle hareket eder soruları birliğin önüne geçmiştir. Böylece Gazze için bile birlik kurulamamış, direniş cılız ve dar kalmıştır.

 

Eğer bir eylemde sadece bir platform konuşuyor, diğerleri susuyorsa bu bir eksiklik değil, bir yalnızlıktır. Ve bu yalnızlık, bir ülkenin vicdanını eksik yansıtır. Bu yüzden direnişi genişletmek, sadece fiziki kalabalığı değil, kurumsal çokluğu da hedeflemelidir.

 

Sivil toplumun görevi sadece duyguları ifade etmek değil, kurumsal dayanışmayı büyütmektir. Bugün yapılması gereken şey, farklı düşünsel ve ideolojik kesimleri bir araya getiren, ama kimliğini de koruyan geniş platformlar kurmaktır. Aksi takdirde Gazze için atılan her adım, bir grubun eylemi olarak kalır ve toplumun tamamını kuşatmaz.

 

Kısacası, bir avuç insanın büyük yükü taşıdığı değil, herkesin taşıdığı bir direniş kurulmalıdır. Genişletilemeyen direniş, küçülmeye mahkûmdur. Ve Filistin gibi büyük bir dava, küçük bir çerçevede savunulamaz.

 

 

Akademinin sessizliği

 

Bilginin sustuğu yerde cehalet konuşmaz, sadece boşluk yankılanır. Bu boşlukta, akademinin sessizliği en yüksek sessizliktir. Zira düşünce üreten, bilgiye yön veren, fikirle toplumu aydınlatması gereken kurumların sustuğu bir yerde, vicdanın sesi cılız çıkar.

 

Gazze yanarken, üniversitelerin duvarları soğuk kalıyor. Felsefe kürsüleri, uluslararası ilişkiler bölümleri, ilahiyat fakülteleri, tarih ve sosyoloji disiplinleri suskun. Hocalar metin yazmıyor, bildiriler imzalanmıyor, akademisyenler ortak bir vicdan çağrısı yapmıyor. Bu sessizlik, sadece bir çekingenlik değil, bir kopuşun ifadesidir.

 

Oysa üniversite, çağların vicdanıdır. Savaşta barışı, susuşta sözü, zulümde adaleti dillendirmesi gereken yerdir. Akademi, sadece bilgi değil, aynı zamanda ahlâk üretmelidir. Ama Türkiye’deki akademik yapı, siyasi kaygılarla ya da kurumsal konformizmle kendini geri çekmiş, kamuoyuna yön verecek cesur tavır alamamıştır.

 

Bir zamanlar Darülfünun’un müderrisleri, işgal altındaki İstanbul’da bildiriler yayımlar, halkı direnişe çağırırdı. Bugün ise üniversiteler ya bürokratik dille susuyor ya da “konuşmayarak tarafsız kalmayı” tercih ediyor. Oysa vicdan tarafsız değildir; mazlumdan yana olmak, akademik sorumluluğun da gereğidir.

 

İslam dünyasında ilmin merkez olduğu zamanlarda, ulema zalim sultana karşı kalemle kıyam ederdi. Bugünün akademisyeni, ne kalemle yazıyor ne de sözle kıyam ediyor. Bu suskunluk, sadece Filistin halkına değil, bilginin kendisine de ihanettir. Çünkü bilginin şerefi, hakikatin yanında yer almakla korunur.

 

Üniversiteler yalnızca eğitim kurumu değildir, aynı zamanda toplumun aynasıdır. O aynada bugün Filistin yansımazsa, gelecekte kendi yüzümüze bile bakamayız. Gençliğe model olacak bir akademik duruşun olmayışı, onları ya tepkisizliğe ya da radikalliğe sürükler.

 

Metin yazmayan akademisyen, konuşmayan kürsü, eyleme katılmayan bölüm başkanı, sadece kendini değil, bir nesli susturur. Oysa bir imza, bir bildiri, bir çağrı; tarihî bir rol üstlenebilir. Martin Luther King’e destek veren 122 Amerikalı akademisyenin yayımladığı tek bir metin, o yılların yönünü değiştirmiştir.

 

Bugün Türkiye’de bir üniversite bile ortak bir Gazze bildirisi yayımlayamıyorsa, bu sadece siyasi baskı değil, zihinsel konforun da bir göstergesidir. Siyasi bir baskının olmadığı da ortada. Konfor, akademiyi çürütür. Sessizlik, bilginin çöküşüdür.

 

İşte bu yüzden, üniversitelerin Filistin için konuşması bir lütuf değil, bir zorunluluktur. Bu, sadece Filistin’in değil, bilginin ve ahlâkın kurtuluşudur. Vicdanın kürsüsü kurulmadıkça, bilgi sadece veri olarak kalır; oysa biz bilgiden kıyam bekliyoruz.

 

 

Ortak metinlerin gücü

 

Söz, ağızdan çıktığında uçar; yazıya döküldüğünde iz bırakır. Yazı, bir toplumun vicdan hafızasıdır. Her çağrının, her itirazın, her haykırışın kalıcılığını sağlayan şey, onu yazıya dönüştüren bilinçtir. Ve ne yazık ki, İslamcı sivil yapılar bu bilinci yitirmiştir.

 

Gazze yanarken, sadece sosyal medyada birkaç gönderiyle tepkisini gösteren bir topluluğa dönüştük. Ortak metinler kaleme alınmadı, bildiriler yayımlanmadı, güçlü çağrılar dünya kamuoyuna ulaştırılamadı. Oysa bir bildirinin dili, sadece içerdiği kelimeler değil, o kelimelerin taşıdığı sorumluluktu. Yazılmayan her cümle, vicdandan eksilen bir direnişti.

 

Bir zamanlar darbeye karşı bir araya gelen STK’lar, özgürlükler için bildiriler hazırlayan aydınlar vardı. Bugünse her kurum, kendi iç sesiyle konuşuyor; o da çoğu zaman sessizliğe karışıyor. Ortak metin yoksa, ortak bilinç de yoktur. Ve ortak bilincin olmayışı, parçalanmış bir vicdan haritasına işaret eder.

 

Bir bildirinin gücü, onun altına atılan imzalardan gelir. İmzalar sadece bir kurumu değil, bir direnişi temsil eder. Ama bugün imza kültürü bile yitirildi. Akademisyenler, sanatçılar, kanaat önderleri, düşünürler, cemaat önderleri tek bir metinde buluşamıyor. Belki herkes üzgün, belki herkes öfkeli; ama bu duygu kolektif bir söz hâline gelemiyor.

 

İslam tarihi boyunca yazılı metinler, mücadelenin ana taşıyıcısı olmuştur. Mektuplar yazılmış, hutbeler yayımlanmış, fetvalar kaleme alınmıştır. Her satır, bir kıyam çağrısıdır. Bugün bu geleneğin unutulması, sadece bir ihmalkârlık değil, bir kimlik zayıflığıdır.

 

Çünkü yazı, kimliktir. Yazı, ahlâktır. Yazı, hesaba çağırmaktır. Yazı, tarihe bırakılan izdir. Bugün bir bildirinin yazılamaması, aslında tarihe hiçbir iz bırakamamak demektir. Bir toplum, kendi tarihine yazı bırakamıyorsa, kendini de kaybeder.

 

Birlikte kaleme alınan bir bildiri, binlerce insanın vicdanına ses olur. Ve o vicdan, devletin duvarlarında yankılanır. Ama şimdi, Filistin için yazılan tek bir metin bile yoksa, bu sadece bir eksiklik değil, bir acizliktir.

 

O hâlde yazı, bir direniş biçimi olarak yeniden öğrenilmelidir. Her STK, her akademisyen, her duyarlı insan bir cümle kurmalı ve o cümle ortak bir metne dönüşmelidir. Çünkü ancak yazıyla direniş çoğalır ve ancak yazıyla sessizlik bozulur.

 

 

Dünya liderlerine yazılmayan mektuplar

 

Bir toplumun vicdanı, sadece kendi çocukları için değil, uzak diyarlarda can veren her çocuk için ağlayabiliyorsa diridir. Ama bu gözyaşı sadece içimize akıyorsa, dünyayı değiştirmez. İçimizde tuttuğumuz her acı, yazıya dönüşmediği sürece yankı bulmaz. Gazze için kalpten dökülen gözyaşları, dünya liderlerinin masasındaki soğuk evraklar arasında yer bulamadı. Çünkü biz o gözyaşlarını kâğıda dökemedik.

 

Mektup, insanlık tarihinin en sade ama en güçlü çağrılarındandır. Bir kalem, bir kâğıt ve bir vicdan birleştiğinde, en yüksek makamlara ulaşabilir. Gandhi’nin İngiliz Kraliçesi’ne yazdığı mektup, Mandela’nın hapisten dışarıya yolladığı satırlar, Martin Luther King’in hapishaneden gönderdiği “Birmingham Mektubu”… Bunların hepsi bir çağrıydı; dünya kamuoyunu harekete geçiren sessiz haykırışlardı.

 

Ama biz, Filistin için bir tek mektup bile yazamadık. Erdoğan’ın diplomatik temaslarına yaslanarak, STK’lar kendi görevini unuttu. Vicdanlar konuşmalıydı; Arap liderlerine, Avrupa’daki başkanlara, Amerika’daki kongre üyelerine, Uzakdoğu’nun sessiz halklarına… Mektuplar gitmeliydi. Her satır bir çığlık, her imza bir tanıklıktı. Ama o çığlık yazıya dönüşmedi.

 

Oysa bir mektup, sadece muhatabına değil, insanlığın ortak vicdanına yazılır. “Ey lider, sen susma!” diyebilmenin en insani, en ahlâkî biçimidir. Bugün Almanya’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye, Japonya’ya, Endonezya’ya, Fas’a, Ürdün’e, Brezilya’ya, hatta Vatikan’a birer mektup yazılsaydı, sadece liderler değil halklar da uyanırdı. Belki değişen bir şey olmazdı, ama biz değişirdik. Çünkü söyleyen değişir.

 

Bir toplumun direnişi, bazen sokağa çıkmadan, sadece kalemle yol alır. Ama bu yolculuk başlamadı. İslamcı sivil yapılar, bu sorumluluğu almadı. Belki de kelimeye güvenmediler, belki de kelimeden korktular. Çünkü mektup, aynı zamanda bir aynadır; içini gösterir, niyetini açığa çıkarır.

 

Bugün dünya liderlerinin vicdanına seslenecek, diplomatik nezaketle ama ahlâkî sertlikle yazılmış bir çağrı metnine her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Bu mektup, ne bir diplomata ait olmalı ne de bir politikacıya. Bir annenin, bir öğrencinin, bir öğretmenin, bir çocuğun cümlesi kadar saf, bir alimin duası kadar içten olmalı. Ve bu mektup, sadece Filistin için değil, insanlık için gönderilmeli.

 

Çünkü insanlık, unuttuğu dili hatırlamak zorunda: Kalpten kaleme, kalemden insana uzanan o eski dili… Ve bu dili yazıya dökebilenler, sessizliğin hüküm sürdüğü saraylara bile sızabilir. Artık mektuplar yazılmalı. İçimize değil, dışımıza. Kendimize değil, insanlığa. Çünkü yazılmayan her mektup, sorumluluğumuzun ertelenmiş hâlidir.

 

 

Uluslararası kurumlara yönelik eylemsizlik   

 

Dünyanın çivisi çıkmış olabilir, ama hâlâ çiviyi tutacak bir vicdan varsa, orada çırpınan bir adalet imkânı vardır. Gazze bombalanırken, çocuklar enkaz altında can verirken, dünya sessizdi. Ama asıl sessizlik bizdendi. Müslümanların oluşturduğu sivil yapılar, uluslararası kurumlara yöneltilmesi gereken çağrıyı kendi içlerinde boğdu. Vicdan, BM Genel Kurulu’nun kürsüsüne çıkamadı. Oysa oraya çıkanlar da bizim gibiydi, tek farkları çağrıyı yazıya, söze, eyleme dönüştürebilmeleriydi.

 

İslam coğrafyasında acıya aşinayız. Ama bu aşinalık bizi eyleme değil, alışmaya sevk ediyor. Uluslararası hukuk, bizim gözümüzde kâfirlerin düzeni gibi algılanıyor, bu yüzden onun dilini konuşmak gereksiz görülüyor. Oysa bir çocuğun hayatı, hangi hukuk sisteminde olursa olsun korunmak zorundadır. Bu, dinlerin değil, insanlığın ortak mesuliyetidir. Ama biz, bu insanlık diline ses olamadık.

 

BM’ye mektup gitmedi. Kızılhaç’a çağrı yapılmadı. Kızılay, AFAD gibi yardım kuruluşlarıyla Filistin’deki kardeş yapılar arasında kamuoyuna açık bir koordinasyon kurulmadı. Gazze için açlık sınırını, ilaç ihtiyacını, çocukların eğitimsizliğini belgeleyen hiçbir rapor, UNICEF’e ya da UNESCO’ya gönderilmedi. Müslümanların kurduğu sivil toplum kuruluşları, yalnızca kendi duygusal çağrılarıyla yetindi, uluslararası kurallara başvurmadı.

 

Birleşmiş Milletler binası önünde düzenlenen eylemler, Afrika’da yapılan yardım zirveleri, Latin Amerika’da açılan Filistin yararına sergiler… Bunlar sadece başkalarının değil, bizim de yapmamız gerekenlerdi. Ama biz kendi şehirlerimizde dahi sokağa çıkmadan eylem yaptığımızı sandık. Tweet attık, dua ettik, ağladık… Ama dünyanın sistemi ağlamayla işlemiyor. Belgelenmiş zulüm, sayılarla konuşulan kıyım, tıbbi raporlarla ispatlanmış açlık ancak uluslararası masalarda dile geldiğinde sonuç doğuruyor. Ve o masaya hiçbir dosya götürmedik.

 

Oysa bizim platformlarımız vardı. Derneklerimiz, sendikalarımız, vakıflarımız, üniversitelerimiz… Hepsi birer belge üretim merkezi olabilirdi. Ortak raporlar, deliller, tanıklıklar toplanabilirdi. Akademisyenler bu raporları hazırlayabilirdi. Avukatlar dava dosyası oluşturabilirdi. Diplomatlar bu belgeleri taşıyabilirdi. Ama olmadı. Çünkü biz, devletin yapması gereken her şeyi bekledik, kendimize düşeni unuttuk.

 

Unutulmamalıdır ki, devletin resmî diliyle sivilin vicdan dili farklıdır. Devlet hesap yapar, sivil vicdan hesap sorar. Devlet çıkarını gözetir, vicdan hakikati gözetir. Bu yüzden uluslararası kurumlara çağrıda bulunmak, bir dış politika meselesi değil, bir insanlık vazifesidir.

 

Bugün hâlâ geç değil. BM’ye, Avrupa Parlamentosu’na, İslam İşbirliği Teşkilatı’na, Afrika Birliği’ne, Vatikan’a, Rus Ortodoks Kilisesi’ne… Her birine gönderilecek tek bir mektup, sunulacak tek bir dosya, insanlığın aklında yer edecek bir fotoğraf olabilir. Yeter ki biz sessizliğimizle değil, sözümüzle yer edelim.

 

Çünkü tarih, susanları değil, konuşanları hatırlar. Ve biz, hâlâ konuşmadık.

 

 

Estetiği olmayan direniş, miting ve eylemlerde sanatın unutuluşu

 

Bir direnişin hatırlanması için sadece haklı olması yetmez. Hafızada yer etmesi gerekir. Ve hafıza, sadece kelimelerle değil, görüntülerle, seslerle, dokunuşlarla, duygularla çalışır. Bugün hâlâ Gandhi’nin tuz yürüyüşünü, Martin Luther King’in “Bir hayalim var” konuşmasını, Saraybosna’da keman çalan o adamı hatırlıyorsak; bunun sebebi estetikle buluşmuş bir direnişin zihnimizde iz bırakmasıdır. Ne yazık ki, bizim eylemlerimizde bu iz yok. Çünkü biz, sanatın direnişle olan kadim bağını unuttuk.

 

Bir eylem alanına bakın. Kuru bir kalabalık, ruhsuz bir platform, zoraki sloganlar… Ne bir görsel gösteri, ne şiir, ne müzik, ne de kalbe dokunan bir sahne var. Bir yürüyüşten sonra arkamızda kalan, sadece bir haber spotu, birkaç tweet ve unutulmuş bir yorgunluk oluyor. Oysa sanat, duygunun örgütlenmiş hâlidir. Ve direniş, sadece öfkenin değil, duygunun da örgütlenmesini gerektirir.

 

Hz. Musa’nın direnişi, Firavun sarayında bir kelimenin estetiğiyle başlamıştır: “Lâ.” “Hayır” diyebilmek bile bir sanatken, biz “evet”leri bile duyulmaz hâle getirdik. Sanat, bir direnişi evrenselleştiren en güçlü araçtır. Marşlar, pankartlar, çizimler, karikatürler, kısa filmler, danslar, tiyatrolar, video gösterileri, enstalasyonlar… Bunlar olmadan yapılan her direniş, sadece öfke olur, ama hatıra olmaz.

 

İstanbul’un meydanlarında yapılan onca eylemden kaçını hatırlıyoruz? Çünkü sahne yoktu, çünkü ışık yoktu, çünkü görsel hafıza yoktu. Bütün mitingler birbirine benziyor artık. Aynı kürsü, aynı cümleler, aynı figürler… Sanatın direnişe kattığı ruh, şiire kattığı dize, sinemaya kattığı plan, bizde yer bulamıyor.

 

Oysa eylem bir koreografi ister. Her protesto bir anlatı olmalı. Seyircinin değil, katılımcının içinde olduğu bir oyun gibi. Bir çağrı metnini sahnede oyuncular canlandırsa, bir ressam duvarlara Gazze’yi boyasa, bir müzisyen ezgileriyle acıyı dillendirse, bir şair mikrofonu bırakıp kalabalığın ortasında dizeleriyle yürüyüşe eşlik etse… O eylem, sadece siyasi değil, aynı zamanda estetik olurdu. Ve estetik olan şey, unutulmaz olurdu.

 

Estetiği olmayan bir direniş, kalpleri değil, sadece kameraları hedef alır. Ve kameralar sadece o anı çeker, ruhu değil. Gazze için yapılan eylemler, sanatla yıkansa, sahnede bir tiyatro perdesi aralansa, orada bir çocuğun gözleri yansıtılsa… Emin olun dünya daha çok duyardı, daha çok duyardı.

 

Çünkü sanat, acıyı paylaşmanın en evrensel dilidir. Ve biz bu dili kullanmayı unuttuk. Belki de tekrar öğrenmeliyiz. Belki de suskun kalabalıklardan çok, susarak ağlayan bir keman anlatır derdimizi. Belki de bir çocuğun çizdiği resim, bütün konuşmaların ötesine geçer.

 

Sanat, bir direnişin hafızasıdır. Unutmamak istiyorsak, sanatla direnişin elini yeniden buluşturmalıyız.

 

 

Kortej ve sembollerin yoksunluğu 

 

Her yürüyüş bir cümledir. Ama bazı cümlelerin dili yoktur. Çünkü o yürüyüşte sembol yoktur, renk yoktur, imge yoktur. Oysa tarihe geçen tüm yürüyüşlerin ardında bir görsel hafıza, bir imgeler bütünü ve bir temsil estetiği vardır. Bugün sivil toplumun düzenlediği eylemlerde ne kortejlerin dili konuşuluyor ne de sembollerin hafızası taşınıyor. Yürünüyor, ama yürüyüş konuşmuyor.

 

Bir yürüyüş, sadece adım atmak değildir. O adımların ritmini oluşturan bir anlam vardır. Bayrakların dokusunda, flamaların deseninde, taşınan resimlerde, giyilen kıyafetlerde bir mesaj vardır. Gandhi’nin çıplak ayakları, King’in takım elbisesi, Filistin kefiyesi, Latin Amerika annelerinin başörtüleri, her biri bir direnişin simgesidir. Ve o simgeler, o yürüyüşleri evrensel bir dile çevirmiştir.

 

Bugün bizim yürüyüşlerimizde, bütün kortejler birbirine benziyor. Sıradan bir kalabalık, sıradan bir düzen içinde yürüyor. Ne grupların kendine ait özgün bayrakları var, ne taleplerini anlatan kostümleri, ne yürüyüş boyunca biriktirdikleri estetik anlam. Halbuki kortej, bir duruşun yürüyen hâlidir. Sadece sloganla değil, görsellikle de konuşmalıdır.

 

Çocukların elinde taşıdığı çizimler, gençlerin üzerinde taşıdığı yazılı tişörtler, kadınların örgüyle dokuduğu flamalar, yaşlıların bastonuna bağlanmış küçük bir sancak… Bunlar yürüyüşü görünür kılar. Ama bizde yürüyüşler görünmezleşiyor. Çünkü sadece yürünüyor, anlatılmıyor.

 

Filistin için düzenlenen eylemlerde, o toprağın desenine, rengine, kumaşına, sesine ait hiçbir şey yok. Hiçbir yürüyüş, o coğrafyanın çığlığını resmetmiyor. Oysa bir yürüyüş, bir hikâye anlatmalı. Giyilen kıyafetten, taşınan dövize kadar her detay, yürüyüşün manifestosu olmalı.

 

Semboller, kelimelerin yerine geçer bazen. Bir bayrağın kıvrımı, bir rengi hatırlatır. Bir simge, bütün bir acıyı. Bir fotoğraf, bütün bir tarihi. Bu yüzden sembolsüz bir yürüyüş, anlamını kaybeder. Renk olmadan, ses olmadan, biçim olmadan yürümek, sadece yer değiştirmektir; ama düşünceyi yerinden oynatmaz.

 

İslam’ın sancağı vardı, o sancakta tevhit vardı. Hz. Hüseyin’in yürüyüşünde bir kefen vardı. Kudüs sevdalılarının yürüyüşünde bir anahtar vardı, geri döneceklerine dair umut. Bugün bizim yürüyüşlerimizde ne sancak var ne kefen ne de anahtar. Ve bu yüzden ne akılda kalıyor ne de kalpte yer ediyor.

 

Yürüyüş, kelimelerin ayaklandığı andır. Ama kelimelerin dilsizleştiği bir yürüyüş, sadece kalabalıktır. Direnişi görünür kılmak için sadece yürümek yetmez, sembollerle konuşmak gerekir. Her kortej, bir düşüncenin taşıyıcısı olmalıdır. Ve her sembol, bir sözün sessiz çığlığı.

 

O yüzden yeniden düşünmeliyiz. Yürüyüşün dilini. Sembollerin kudretini. Ve renksiz kalan direnişi. Çünkü suskun bir yürüyüş, susturulmuş bir vicdandır.

 

 

Dünya eylem atlası

 

Bir harita düşün. Üzerine ülkelerin değil, vicdanların sınırlarını çizeceğin bir harita. Coğrafî değil ahlâkî bir atlas. Bu atlasın içinde yürüyen insanlar var: Ayaklarıyla değil, fikirleriyle yol almışlar. Ellerinde silah değil, sözcükler, sancaklar, kefenler, karanfiller… Ve her biri kendi halkına sadece özgürlük değil, insanlık kazandırmış.

 

Sivil direniş, çağın en büyük icadıdır. Kan dökmeden, can almadan, düşman yaratmadan bir toplumun kaderini değiştirebilmenin en insanca yoludur. Ve bu yolun öncülerinin izlerini takip etmek, bugünün suskun sivil yapıları için hem ilham hem de ders kaynağıdır.

 

Gandhi, sadece tuz toplamaya gitmedi; Hindistan’ın sömürge zincirlerini kırdı. Pasif direniş onunla bir strateji değil, bir ahlâk oldu. Martin Luther King, sadece bir rüya görmedi; siyahilerin tarihsel çığlığını bir yürüyüşe dönüştürdü. Ellerinde pankartlar, dillerinde dualarla, Alabama sokaklarında ırkçılığın heykellerini devirdiler. Anne Sofya, Arjantin’deki Plaza de Mayo Meydanı’nda her Perşembe yürüdü; kaybolan çocuklarını değil, adaleti aradı. Bosna anneleri, sessizliği haykırışa çevirdi; öldürülen evlatlarının adlarını taşıyan kefenlerle yürüdüler.

 

Bu örneklerin ortak noktası neydi? Öncelikle süreklilik. Anlık çıkışlarla değil, yıllara yayılan kararlılıkla yürüdüler. Ardından görsellik. Başörtüsündeki beyazlık, ellerindeki resimler, pankartlardaki yalın cümleler… Hepsi bir anlam taşıdı. Ve nihayet örgütlülük. Bireysel duygular, kolektif iradeye dönüştü. Platformlar kurdular, mektuplar yazdılar, liderlere çağrılar yaptılar, yeri geldiğinde BM kürsüsüne çıktılar, yeri geldiğinde köy meydanında dua ettiler.

 

Bugünün Müslüman coğrafyası ise bu dili unuttu. Çünkü acının şiddeti, bazen duygunun estetiğini yok eder. Direniş sadece silaha teslim edildiğinde, kelimeler gömülür, semboller susar. Filistin halkının yaşadığı onca zulme rağmen, dünyada neden hâlâ ortak bir sivil söylem üretemiyoruz? Çünkü biz, bu eylem atlasının dilini öğrenemedik.

 

İslam coğrafyasının her ülkesi, kendi iç direnişini ya bastırdı ya da yönlendirdi. Ama ne zaman ahlâklı bir direniş doğduysa, orada insanlık yeniden doğdu. Mısır’da Rabia, sembol oldu. Ama o sembol, eylemle büyütülmedi. İran’da başörtüsüyle direnen kadınlar, sembolleştikleri anda yalnızlaştırıldılar. Türkiye’de ise eylem, mitingle sınırlı kaldı; fikir, kalabalıkla susturuldu.

 

Oysa bir sivil direnişin dili evrenseldir. Ne dediklerini herkes anlar. Gandhi’nin yürüyüşü Hindu’ya da, İngiliz’e de bir şey söyledi. King’in konuşması sadece siyahîleri değil, tüm adalet arayanları ayağa kaldırdı. Çünkü bu direnişler vicdana seslendi. Ne mezhep, ne etnik kimlik, ne coğrafya gözetti.

 

O hâlde bizler, yeni bir eylem dili kurmalıyız. Bu dilin kelimeleri sanat, müzik, yazı, yürüyüş, sembol, renk ve cesaret olmalı. Bu dil, uluslararası hukukla bağ kurmalı ama kendi kimliğini de korumalı. Eylem kürsüde değil, sokakta başlamalı ama ilimle desteklenmeli. Ve en önemlisi, bu dil sürekli olmalı. Çünkü bir çığlık, tekrar edilmezse yankılanmaz.

 

Bugün bir atlas hazırlasak ve sorsak: “Türkiye’nin sivil direniş mirasında hangi satırda yer alırsın?” Ne derdik? İşte cevabımız bu yazının kalbidir.

 

 

Hamas’ın sivil körlüğü, iletişim eksikliği

 

Bir dava, ancak dili olduğu kadar yaşar. Ve her dil, ancak insanla çoğalır. Hamas, Gazze’nin toprağında bir direniş tohumu olarak büyüdü; yeryüzünün en haklı öfkesine sahip bir hareketin adı oldu. Ancak bu ad, ne yazık ki dünya sivil toplumlarının sözlüğünde hâlâ yankısını bulamıyor. Çünkü haklı olmak, duyulmak için yetmiyor. Ve bir halkın çığlığı, eğer evrensel bir dile çevrilemiyorsa, yalnızca gökyüzüne savrulmuş bir dua gibi kalıyor.

 

Gazze’de yaşananlar bir savaş değil, bir soykırımdır. Ve bu soykırıma direnen Hamas, sahada gösterdiği cesareti, küresel vicdanda örgütlenme konusunda gösteremedi. Dünyanın dört bir yanındaki vicdan sahibi sivil toplumlar, sokaklara döküldü, meydanlarda toplandı, hükümetlerine çağrı yaptı. Ama bütün bu çağrılar, Hamas’ın doğrudan yönlendirmesiyle, koordinasyonuyla ya da teşekkürüyle değil, kendi iç vicdanlarının uyanışıyla gerçekleşti.

 

Bu kopukluk, sadece bir iletişim sorunu değildir. Bu bir strateji eksikliğidir. Hamas’ın kendi davasını anlatacak bir yazılı dili yoktur. Ne bir sivil toplum bildirisi, ne bir kamuya açık eylem planı, ne de dünya halklarına hitap eden bir mektup yayımlamıştır. Varsa da, bu metinler sistemli bir dile dönüşmemiş, evrensel sivil ağlara ulaşacak şekilde çoğaltılmamıştır.

 

Oysa Mandela, Güney Afrika’nın en ağır zulmünü yaşarken, dünyanın dört bir yanında mektuplar yazdı. Diplomatik dile değil, vicdana hitap eden bir söylem geliştirdi. O mektuplar cezaevinden çıktı ama başkentlerin salonlarına ulaştı. Gandi’nin yürüyüşü sadece Hindistan’ın bir isyanı değildi; dünya halklarının adalete duyduğu ihtiyaca yürüyüştü. Hamas ise bu dili kuramadı. Çünkü direnişi askerin sırtına yükledi, sivilin kalbine değil.

 

Hamas, dünyadaki STK’larla yapıcı ve sürdürülebilir bir ilişki kurmak yerine, sadece siyasi müttefikliklere odaklandı. İran’dan gelen destek, Katar’daki diplomasi ya da Lübnan’daki hizbî birliktelik, halklara değil yönetimlere seslendi. Oysa dünya değişti. Bugünün küresel etkisi hükümetler arası değil, sivil toplumlar üzerinden kuruluyor. Protestolar, dayanışma eylemleri, yardımlar, kamuoyu baskısı hep bu ağlar üzerinden örgütleniyor.

 

Bugün Gazze için sokağa çıkan bir insan, Hamas’ı değil, Filistin’i savunduğunu düşünüyor. Hamas, bu ayrımı yok saydığı sürece, kendi mücadelesinin öznesini halktan koparıyor. Filistin halkı bir sembolken, Hamas bir örgüt olarak kalıyor. Ve bu, çok tehlikeli bir yalnızlık biçimi.

 

Direniş, askerin değil, halkın adıdır. Ve halk, ancak sanatla, yazıyla, konuşmayla, eylemle var olur. Hamas, şehitlerin kanını döken değil, onların hatırasını yaşatan bir sivil örgütsel dile ihtiyaç duyuyor. Filistin’i anlatan bir edebiyat, Filistin’i çizen bir grafik dil, Filistin’i yazan bir entelektüel ağ, işte bu eksik. Hamas’ın sivil körlüğü, sadece kendisini değil, bütün bir direniş coğrafyasını sessizliğe mahkûm ediyor.

 

O hâlde bir çağrıdır bu yazı: Hamas, bir yazarlar kurulu kurmalı. Bir sanatçılar platformu kurmalı. STK’larla iletişim dili kurmalı. Bir manifesto yazmalı. Dünya halklarına, dillerine çevrilmiş bir anlatı sunmalı. Çünkü susanlar mazlum değildir. Mazlum olan, kendini anlatamayan değil, anlatmayı ihmal edendir.

 

Farkında mısınız? Filistin demeyi terkettik, Gazze diyoruz daha çok, Gazze Filistin’in kalbidir, Filistin diyeceğiz, bizlerin dilinde bölünen bir toprak olmamalı Filistin. Bu bir yerleşim politikasının dil işgalidir, zaten siyonizm toprak işgallerine devam ediyor. 

 

 

Yeni bir başlangıç, vicdanın küresel haritası

 

Her çağrının sonunda ya yeniden susulacak ya da yeni bir başlangıca yelken açılacaktır. Biz, sustuğumuz her yerde daha derin bir çığlık duyduk. Görmediğimiz her zulüm gözlerimizin içine aktı. Söylemediğimiz her kelime boğazımızda düğümlendi. Ve şimdi, artık sadece eleştirmek değil, inşa etmek zorundayız. Çünkü sivilin hakkı, sadece protestoda değil; kuruculuğundadır.

 

Bir medeniyet, duvarlarıyla değil vicdanıyla inşa edilir. Bizim vicdanımız ise uzun süredir sadece sızlamakla yetiniyor. Oysa şimdi sızlayan değil, çağıran bir vicdana ihtiyacımız var. Bütün eksiklikler, dağınıklıklar, yetersizlikler bir yana; sivil toplumun yeniden düşünülmesi ve yapılandırılması artık ertelenemez bir zaruret hâline geldi. Bu çağrının adı bir manifestodur ama içeriği bir muhasebedir.

 

Yeni bir başlangıç için, önce ne olmadığımızı bilmeliyiz. Biz bir devlet değiliz. Yetkimiz yok ama sorumluluğumuz var. Gücümüz sınırlı ama irademiz sınırsız. Herhangi bir siyasî partinin uzantısı değiliz, olmamalıyız. Çünkü adalet, taraf tutarak değil, tarafsız durarak savunulur. Filistin için, Gazze için, Suriye için, Doğu Türkistan için… ses verirken, sadece coğrafya değil, ahlâk savunulmalıdır.

 

Sivil toplum, halkların ahlâkî refleksidir. Biz bu refleksi kaybettik. Artık sadece gündemleri takip ediyor, tepkiler veriyor ama gündem kuramıyoruz. Oysa sivil toplum; gündem üretmeli, çözüm önermeli, ilkeler belirlemeli, yol haritaları çizmeli. Bunu yaparken devletle kavga etmek zorunda değil ama devletin yerine geçmeye de niyetli olmamalı. Sivilin sınırlarını tanımak, onu etkisiz değil, etkili kılar.

 

Bir başlangıç için gereken ilk adım: İlkelerdir. Bu ilkeler neye göre hareket edeceğimizi, neye göre susacağımızı belirlemelidir. İşte teklif edilen vicdan haritası:

 

    1.    Hakikatin tarafında olmak

Sadece mazlum olanın değil, haklı olanın yanında durmak. Her mağduriyeti kutsamadan, her gücü şeytanlaştırmadan adaletin yanında yürümek.

 

    2.    Şeffaflık ve hesap verebilirlik

Sivil platformların hesap soran değil, hesap veren yapılar olması. Topladığı yardımın, yaptığı açıklamanın, kurduğu ilişki ağlarının izah edilebilir olması.

 

    3.    Bağımsızlık ve özerklik

Devletten, partilerden, cemaatlerden ve sponsor ajandalardan bağımsız bir vicdan merkezli duruş.

 

    4.    Evrensel ahlakî dil

Yerel kültürlerden beslenen ama tüm insanlığa hitap eden, diller üstü bir insan hakları söylemi kurmak.

 

    5.    Sürekli öğrenme ve yenilenme

Dünya sivil hareketlerinden, sanattan, akademiden, tarihî direniş örneklerinden sürekli öğrenmek, değişmekten korkmamak.

 

    6.    Estetik ve sembol dili

Her açıklamanın bir tasarımı, her yürüyüşün bir görüntüsü, her eylemin bir hissi olmalı. Söz, görüntüye; görüntü, hafızaya kazınmalı.

 

    7.    Kurumsal hafıza ve arşiv

Geçmiş tüm eylemler, bildiriler, süreçler belgelenmeli. Gelecek nesiller için bir iz, bir rehber oluşturulmalı.

 

    8.    Yazılı kültür

Sloganla değil, metinle konuşulmalı. Talep metinleri, yasa önerileri, anayasal çerçeve teklifleri üretilmeli. Yazılmayan söz, duyulmayan çığlıktır.

 

Bu ilkeler ışığında, şimdi bir sivil platform yeniden kurulabilir. Eski yapıların üzerinde değil, onların hatalarını örnek alarak. Yeni bir isimle değil, yeni bir ruhla. Çünkü isimler değil, ilkeler yaşar. Yeni bir başlangıç, artık ertelenemez. Çünkü vicdan, yeni bir dil istiyor. Gazze’nin kanı, bu sessizliği taşıyamaz. Suriye’nin yıkımı, bu dağınıklığı affetmez. Filistin’in çocukları, bu organizasyonsuzluğa mahkûm edilemez.

 

Vicdanın küresel haritası, bir coğrafya değil; bir şahsiyet meselesidir. Kimliğimizin sınırı haritalarla değil, suskunluklarımızla çiziliyor. O hâlde konuşalım. Ama artık sadece bağırarak değil; yazarak, çizerek, inşa ederek…

 

Çünkü sivilin asli görevi çağrı değil, çağrıdan sonra inşa etmektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar