Karşıtlıklar arasında yitmeyen ses olabilmek!
Kalabalıklar içinde yalnız kalmak kolaydır. Asıl zor olan, düşünsel yalnızlığını kalabalıklara bulaştırmadan yaşatabilmektir. Çünkü çağın en büyük sınavı artık hakikati söylemek değil, hakikatin içinde kalabilmektir. Bir şeyin karşısında durduğunda, onun zıddıyla aynı hizaya düşme tuzağına yakalanırsın. Karşı olduğun sistemin gölgesinde değil de, karşıtlarının çamurunda kirlenirsin. Ve sonunda, neye karşı çıktığını bile açıklayamayacak kadar savunmaya mecbur kalırsın. Bu, insanın hem aklına hem ruhuna vurulmuş en sessiz prangadır.
Zamanla fark edersin ki, sadece düşmanlarının değil, dostlarının da kurduğu bir sahnede yaşıyorsun. Alkışlar ya susmanı ya da bağırmanı ister. Ortası yoktur. Düşüncenin sesi, sloganların sesi kadar güçlü değildir. Hakikatin tonu, yalanın gösterişli tınısıyla yarışamaz. Ve sen, konuştuğunda değil, sustuğunda suçlanırsın. Çünkü çağ, fikir üretmeni değil, taraf seçmeni istiyor. Düşünmek değil, hizaya girmek bekleniyor senden. Aitlik, sadakatten değil, teslimiyetten geçiyor artık. Ve bir yere ait olmadan, sadece Allah’a sadık kalarak yaşamak… Evet, bu çağda en ağır yalnızlık bu.
Sokrates’in idamı bir mahkeme kararı değil, kalabalığın tahammülsüzlüğüdür. Çünkü o, hem Atinalıydı hem değildi. Hem kendi toplumunun içinden konuşuyordu hem de onların kavrayamayacağı yerden. Sartre, “cehennem başkalarıdır” derken, belki de başkalarının senin adına düşündüğü, senin yerine konuştuğu bir dünyayı kastetmişti. İnsanın cehennemi, kendi sesini başkasının ağzında duymasıdır.
Peki çözüm nedir? Çözüm, kendi sesine kulak verebilmektir. Susarak değil, yavaşlayarak konuşmaktır. Hızın kutsandığı bir çağda, durabilmek, düşüncenin ilk erdemidir. Aidiyetlerini gözden geçirmek, safını değil, ahlakını seçmektir. Kiminle aynı fikirde olduğundan çok, hangi fikre niçin sadık kaldığını bilmek önemlidir. Kalabalığın dışında kalmak bir kusur değil, bir arınmadır. Kırılganlık değil, kararlılıktır. Onurlu bir yalnızlık, kalabalık bir çürümeden daha değerlidir.
Belki de insanın kurtuluşu, bir partiye, bir örgüte, bir etiketin gölgesine sığınmadan yaşayabileceğini fark etmesindedir. “Ben kimim?” sorusunun cevabını toplumun alkışlarında değil, kendi vicdanının sessizliğinde aramasındadır. Ve o zaman anlaşılır ki, insan olmak bir pozisyon değil, bir duruştur. Bir taraf değil, bir tavırdır. Bütün taraflar susarken konuşabilmektir. Ama bütün taraflar konuşurken de susabilmektir.
Yine de bu yol yalnızdır. Çünkü her şeyin ölçüye vurulduğu bir zamanda, ölçüsüzce sevdiğin bir fikre sahip çıkmak, seni anlaşılmaz kılar. Ama insan bazen anlaşılmak için değil, doğruyu söylemek için yaşar. Çünkü hakikat, sonunda değil, söylenirken temiz kalmalıdır.
Ve insan kalmak… Bu çağda belki en politik, en ahlaklı ve en yalnız seçimdir.
Kalabalıkta Tek Başına
Entelektüelin Vicdanî Tecridi
Kalabalıklar arasında yürüyorsun. Sloganlar havada uçuşuyor, herkes aynı ritimde haykırıyor, ama senin yüreğin o ritme eşlik etmiyor. Aynı dili konuşuyorsunuz belki, ama aynı hakikate inanmıyorsunuz. Çünkü sen, söylenenin değil, saklananın peşindesin. Düşüncenin, alkıştan önce gelen bir iç ses olduğunu biliyorsun. İşte bu yüzden, en tehlikeli yalnızlık biçimi başlıyor: Entelektüelin vicdanî tecridi.
Düşünmek, artık yalnızca bilmek değil; ait olmamakla cezalandırılmak demek. İtirazın, bir tarafı seçmemekten değil, tüm tarafların içindeki çürümeyi görmekten kaynaklandığında, seni “tarafsız” değil, “tehlikeli” ilan ediyorlar. Oysa sen sadece hakikate sadıksın. Sadakatin kişilere değil, ilkelere; duruşun etiketlere değil, ahlâka bağlı. Ama herkes sadakatin bir bayrak altında toplanmakla eşdeğer olduğunu sanıyor. Onlara göre düşünce, ancak bir grubun çıkarına hizmet ettiği sürece değerlidir. O yüzden senin gibi kimseye yâr olmayanlar, düşüncenin en keskin yalnızlığına sürgün edilir.
Entelektüelin tecridi yalnızca mekânla sınırlı değildir. O bir suskunluk cezası değil, konuşmanın da anlamını yitirdiği bir ıssızlıktır. Artık sadece fikirlerin değil, duyguların da politik bir ölçüye vurulduğu bir dünyada, şefkat bile taraflı algılanır. Bir çocuk için ağladığında, hangi kamptan olduğun sorulur önce. Vicdanın bile etiketlenmiştir artık. Entelektüelin dramı, yalnız kalmak değil, yalnız kaldığında bile yargılanmaktır. Onun sustuğu yerde herkes bağırır; o konuştuğunda ise sesler çatallaşır. Çünkü onun söylediği, kimsenin duymak istemediği bir şeydir: Gerçeğin tarafı olmaz.
Albert Camus, “Bir entelektüel, konuşmak zorunda kalmadan önce düşünmesini bilen kişidir,” der. Bu yüzden entelektüel, hazır cevap değil, geç cevap veren kişidir. Anlık alkışlara değil, tarihsel vicdanlara hitap eder. Ama bugünün dünyasında yavaşlık bir suçtur. Derinlik, “anlamazlıktan gelme” olarak görülür. Ve entelektüel, ya hızlanmak zorunda kalır ya da geride bırakılır. Oysa o ne yarıştadır, ne de izleyicidir. O, kalabalığın ortasında kendi iç sesini dinleyen biridir.
Çözüm nedir? Çözüm, entelektüelin kendini toplumun hakemliğine değil, kendi vicdanının mahkemesine teslim etmesidir. Ve bu mahkemede savcı da, şahit de, yargıç da kendisidir. Bu yalnızlık bir eksiklik değil, bir arınmadır. Çünkü herkesle birlikte olunduğunda kirlenen bir düşünce, tek başına berrak kalabilir. Bu berraklık ise toplumun değil, hakikatin gözüne bakmaktan doğar.
Evet, kalabalıkta tek başına kalmak zordur. Ama o yalnızlıkta büyüyen bir ses, bir gün tüm kalabalıkları susturabilir. Ve belki o zaman, insanlar ilk kez düşüncenin ne kadar sessiz ama ne kadar derin bir çığlık olduğunu fark eder.
Saf Değil Tavır
Taraflaşmanın Gölgesinde Ahlâk
Çağımızda insanlar taraflarını seçmekte hiç gecikmiyor. Daha düşünce oluşmadan saf belirleniyor. Hangi partiye, hangi camiaya, hangi fikir kulvarına ait olduğun, artık ne düşündüğünden daha önemli. Tarafını söylersen var oluyorsun, sorgularsan yok sayılıyorsun. Ahlâkın ölçüsü bile artık niyetlerde değil, kamplarda aranıyor. Oysa hakikat, safların değil tavırların alanındadır. Çünkü saf tutmak kolaydır; tavır almaksa bedel ister.
Taraflar birbirine benzeye benzeye birbirinden nefret ediyor. Sloganları farklı ama yöntemleri aynı. Alkışlar benzer, linçler benzer, sadakat talepleri benzer. Fikir değil, aidiyet kutsanıyor. Ve bu yüzdendir ki, bir camiada günah olan, diğerinde sevap sayılıyor. Hakikat parçalanmış, her biri başka bir grubun tekeline verilmiş gibi. Oysa hakikat, tek bir safta toplanamaz; ancak tavırlarla yaşatılabilir. Tavır ise herkesin alkışladığı yerde susmayı, herkes sustuğunda konuşmayı gerektirir. Zor olan budur.
Taraflaşma insanı körleştirir. Körlük ise ahlâkı öldürür. Çünkü taraf olan, yanlışı kendi safındaysa görmezden gelir. En acımasız eleştiriyi karşı cepheye yöneltir ama en büyük ihmali kendi içinde saklar. Ahlâk ise ilk önce kendini hesaba çekmekle başlar. Tavır sahibi insan, yanlışın kaynağına değil, mahiyetine bakar. Kimin yaptığına değil, ne yaptığına odaklanır. Bu nedenle tavır, tarafların üstünde bir sadakat biçimidir. Hakikate sadakat.
İbn Rüşd der ki: “Adalet, hakkı üstün tutmakla başlar, kişiyi değil.” İşte tam da bu sebeple tavır almak, yalnız kalmayı göze almaktır. Çünkü taraflar çoğunlukla seni kendi safına çekmek ister; ama senin ahlâkla şekillenen duruşun, onları rahatsız eder. Onların gözünde belirsizsin, kararsızsın, muğlâksın. Oysa senin belirsizliğin değil, onların keskinliği sorundur. Tavır, kendini kaybetmeden karşı durabilmek demektir. Kirlenmeden temas etmek, uzaklaşmadan arınmak.
Peki bu karanlıkta çözüm ne? Ahlâkı yeniden merkeze almak. Hakkın safına değil, hakikatin çizgisine tutunmak. Ne pahasına olursa olsun kişilere değil ilkelere sadık kalmak. Çünkü günün sonunda taraflar değişebilir, kamplar çözülür, liderler unutulur. Ama senin bir tavrın varsa, zamanla kendine ait bir iz bırakırsın. Ve o iz, sadece tarih için değil, Allah katında da bir şahit olur.
Tavır, yalnızca bugünü değil, vicdanın yarınını da şekillendirir. Taraflar değişir, rüzgâr döner, kalabalıklar başka yöne akar. Ama tavır sahibi insan, ahlâkın terazisinde terazisiz kalmaz. İşte bu yüzden saf değil tavır sahibi olmak, bu çağın en onurlu direniş biçimidir.
Sessizliğin Ağırlığı
Linç Çağında Fikir Sahibi Olmak
Konuşmak kolaylaştı, anlamak zorlaştı. Herkesin bir cümlesi var artık ama az kişinin derdi var. Sosyal mecralar düşünce değil, tepki üretiyor. Fikir değil, taraf ilan ediliyor. Öyle ki, bir söz söylediğinde yalnız içeriğine değil, hangi safta söylendiğine bakılıyor. Ve bazen konuşmadığında bile suçlusun. Çünkü sessizlik artık suç sayılıyor. Oysa sessizlik her zaman suskunluk değildir; bazen bir iç isyan, bazen bir düşünce molasıdır. Ama linç çağında bu nüanslar kaybolur. Ya bağıracaksın ya susturulacaksın.
Fikir sahibi olmak, sadece bir düşünceye sahip olmak değil, o düşüncenin bedelini taşımaktır. Linç çağında bu bedel yalnızlıktır, yaftalanmaktır, dışlanmaktır. Artık düşünmek de cesaret ister. Çünkü düşünceler satır aralarında aranmaz; manşetlerde çarpıtılır. Konuşursan hedef olursun, susarsan hain. Ne yapsan bir cepheye yazılırsın. Ve böyle bir düzende, fikir sahibi olmak değil, fikir beyan etmek suçtur.
Sessizlik bu çağda en ağır yüktür. Çünkü kimse sessizliği anlamaya çalışmaz. İnsanlar konuşmanın bir beyan, susmanın bir itiraz olabileceğini unutmuştur. Ve sessiz kalanlar, gürültüye ortak olmamayı seçenler, sessizce linç edilir. Onlar görünmezleştirilir, dışlanır, suçlanır. Çünkü bu çağ, düşünceyi değil, taraftarlığı sever. Ve sessizlik taraftarlık değildir. Onun için susan değil, susmayanlar yüceltilir. Susturulmamışsa bile, sustuğu için cezalandırılır insan.
Felsefe bize susmanın da bir dili olduğunu öğretir. Ludwig Wittgenstein’ın şu sözü sessizliğin en soylu tarifidir: “Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı.” Ama çağımız her konuda konuşanlarla dolu. Bilmediği konular hakkında fikir beyan etmek, bu yüzyılın meziyeti sayılıyor. Ve en tehlikelisi: herkesin her şey hakkında hüküm verme hakkı olduğunu düşünmesi. Oysa düşünce, hüküm vermek değil, hüküm kurmaktan kaçınabilmektir. Ve bazen bir cümleyi kurmamak, binlerce yalanı susturur.
Çözüm nedir? Çözüm, sessizliğe saygı duymaktır. Fikirlerin sadece bağıranlarda değil, susanlarda da yeşerebildiğini fark etmektir. Herkesin konuştuğu yerde susmanın da bir tavır olduğunu anlamaktır. Linç çağında düşünceyi korumanın yolu, bazen düşünceyi kendine saklamaktır. Ama bu korkudan değil, vakardan gelir. Fikir sahibi olmak, fikri her yerde dillendirmek değil, onu gerektiği yerde dile getirmektir.
Ve bil ki, fikir sahibi olmak yalnızca bir söylem meselesi değildir. O, aynı zamanda bir ahlâk, bir sabır, bir yalnızlık terbiyesidir. Bu çağda düşüncenin değeri, sesinin yüksekliğiyle değil, kalbinin derinliğiyle ölçülür. O yüzden düşüncen susarsa, vicdanın konuşur. Ve o konuşma, en çok susanların kulağında yankılanır.